Ne zaman cuma namazı kılmaya niyet etsem öğlene doğru yağmur yağardı. İnce ince yağan yağmur !
Bir nebze ruhumu sıkan göğüs kafesimi daraltan umduğumu bulamamak duygusu işte onu ferahlatan yağmur !
Rahmeti hissederdim.
Belkide hüznüm geçsin diye yağıyordu kimbilir ! Cuma namazı kadına farz değildi ama evlerinde kılabilirlerdi. Yağmur yağınca Allah'ın bu fiili sevdiğini anlardım.
Böyle bir gün Mesi ile Dilefruz laf dalaşinda
-Sizin erkekler o dar pantolonları nasıl giyebiliyorlar ?! Her şeyleri ortada ! Herşeyden önce erkek olarak utanmaları gerekir !
Keşmir'li erkekler streç pantolon giyerler her cuma spor salonunun yanındaki sahada kriket oynarlardı. Bir İngiliz oyunu olan kriketi benimsemiş ve oynamaktan da büyük haz alırlardı.
Dilefruz ile Mesi oda arkadaşıydı. Tacik olan Dilefruz ömründe ilk defa streç pantolon giyen Keşmir'lileri görünce herhalde kendini tutamadı. Tacikli erkekler hiç kot pantalon giymez kumaş pantolon üzerine gömleklerini sarkıtırlardı. Mesi ve diğer Keşmir'li kızlar Dilefruz'un bu eleştirisine sinirlenmeden cevap veriyor espiri bile yapıyorlardı. Onlara göre;
- Maç yaparken giyorlar, bizimkilerinde uzun gömlekleri var hiç görmedin mı ? Daha çok onun altına giyerler !
Dilefruz
- Ben hiç görmedim
Diyince araya giriyorum...
-Ben gördüm. Çoğunlukla öyle dolanıyorlar zaten. Sende görmüş olmalısın. İki hafta önce gittiğimiz festivalde hatırlamıyor musun biz başımıza aşırı sıcaktan ıslak örtüleri koyduğumuzda bizden su isteyen kişi bir Keşmir'liydi.
Benimde yadırgadığım bu durum içinde ben en çok kafayı kriket oynamalarına takıyordum. Nasıl olurda İngiliz Sömürü mantığını kabul edebiliyorlar ya da normalmış gibi kriket oynaya biliyorlardı. Ama bağımsızlık mücadelesi verende onlardı (?) . Bu şekilde bu aksiyon, kafam karışıyordu ! En sonunda Mesi;
-Kıskanıyorsun bizimkilerin her hafta maç yapmasını. Sizinkilerin öyle bir faaliyeti yok tâbi
diyor...
Dilefruz bir kahkaha patlatıp ğaliz Frasçası ile
- Daha neler ! Bizim erkekler asla o pantolonları giyip öyle maç yapmazlar. Hem ne alakası var şimdi bunla !
Endonezyalı Ahmet de gitar çalıyordu Mino'ya...Filipinli kızlar her akşam yurdun önünde onun kısa konserini dinlerdi.
"Allahu Ekber !" diyerek sınıfı inleten Ahmet hem böyle bir Müslüman olup hemde gitar çalıyor diye benimde kafamda soru işaretleri oluşturuyordu çoğu zaman. İki duyguyu iki fiili nasıl olurda bir arada yaşayabiiyordu. Ben resim yapmanın günah olduğunu okuyunca bütün yaptığım resimleri yırtıp atmıştım.
Uzun zaman sonra bir yerde bir yanlış olduğunu fark ettim. Biz birşeyleri yanlış anlıyor ve yapıyorduk. İki şeyin arasını birleştirememiştik. Birşey tersti. Ya kendimizi tamamiyle dünyadan soyutluyor ya da dibine kadar dünyaya batiyorduk. Resim yapıp Müslüman olamıyorduk. Ya da herhangi bir müzik aleti çalarak !
Hz. Ali 'nin (r.a) sözü "Eşyayı yerine koymak akıllılıktır." Biz İslami ölçüler ile eşyaları aid oldukları yere koymanın düşüncesinden mahrumduk. Eğer o düşünceyi bilseydik hangi eşya ile ne yapabileceğimizi nereye kadar gidebileceğimizi bilebilirdik. Galiba bütün İslam Aleminin problemi buydu. Ölçüleri bilmiyorduk, o ölçülerle düşünebilmeyi de!
Bir zaman sonra İslam'ın yaşanmadiğina inanmaya başladım. Hatta yeryüzünde "İslam" yaşanmıyordu ...Şekil herşey değildi...Doğru bir şekilde yanlış düşünce veya yanlış şekilde doğru düşünce olabiliyordu ...Fiilde de durum böyle idi...İkisini birleştirecek şey İslam'dı ve herkes O'nu arıyordu aslında. İslam'da olupta bizim yarım bıraktığımız yaşayamadiğimiz neydi peki ?...Niçin hiçbirimiz O'nu yansitamiyorduk !
Allah'tan birşey istemeye utanan ve kendisi için hiçbir şey istemeyen birisi "Firavun'un İman eden karısının "Allah'tan kendi katında cennetinde bir köşk istemesini" öğrenince "İstemenin günah" olmadığını öğrenmiş biri için yol ne kadar da uzundu ...
Üstad Haşimi beni odasına çağırdı.
-Bak çok zekisin, anlıyorum ama bende "Siyasal Bilgilerden" mezunum. Politika bize göre değil.
-Kendim için istemiyorum ki insanların adalet ile yaşayacağı bir düzen getirmek için. Allah'ın kulları O'nun Adaletinden mahrum yaşamamalilar ! Başka bir yol ile bu hayalimi gerçekleştiremem ki !
- Neden "Sinema Yönetmenliği" okumuyorsun !
Üstadın suratına şöyle baktım. Tabi o günkü kafayla "Bu adam böyle bir düzeni bununla nasıl kuracağımı hiç düşünmemişe benziyor ! diye geçirdim içimden. Üstelik sinema ile ! "
İyide neye göre "Sinema" kötüydü ?
Bunları kafamıza kim sokmuştu bizim !
Yıllar sonra Bilge, Haşimi'den "Selam" getirdi. Benim için "Geri gelsin ve sinema okusun" demiş notunda.
Bu adam bendeki bu yeteneği ben bilmez iken nereden biliyordu acaba ?
Doktor gibi sendeki hastalığı bilen tedavi eden edebilen...
Hocada talebesini en iyi tanıyan, gerektiği yerde gereken müdahaleyi yapan değil mıydı?
*
Yer altında dar kanallardan ilerlerken garip bir his aslında orada yaşıyormuş gibi bir duyguyla ilerlerken küçük bir delikten süzülen ışığa doğru yöneliyorum. Pesimden gelen bana benzer kızda ikide bir beni tutup sanki orası yasak bölgeymiş gibi tutup gitmemiz gerektiğini söylüyor. Ben ise o delikten süzülen ışığın nereden geldiğini merak ediyorum. Beni çekiştirip duranı "Ya bı dakika dursana !" diye tersliyorum. Sanki okyanusta yaşayan ve okyanusun yüzeyine çıkıp karaya bastığında kuyruğunu kaybedecek ama meraktan da bunun peşinden giden iki balık kızı gibi bir durum. Birisi felaket korkuyor ve ilerlemeyelim diye tutturmuş.
-"İyi o zaman sen gelme !"
Hem korkuyor hemde benim peşimi bırakmıyor. Dar solucan yuvarlağını andıran yoldan köstebekmiş gibi bir his ile yürüyorum. Delikten gözlerimi kamaştıran ışık hüzmesine vurulmuş gibi bir halim var. Galiba burada yaşamak için hayvan olma gibi bir gerceklikte. Sonunda deliğe ulaşıyorum. Oradan kafamı sokup çıkaracağım ve okyanusun yüzeyindeki dünyayı göreceğim.
Kafamı delikten uzattikça ışığın keskinliği artıyor. Gözlerim kamaşiyor. Burası bir sahil. Ve sahilde kaslı tüysüz yeniden İnşa olmuş gibi dokuz veya on kişinin bacaklarını görüyorum. Ama hepsi erkek...Aralarında arka sırada sadece bir bayan var. Hepsi kıyamda durmuş gibi. Şaha kalkmış kocaman bir dalganın önünde duruyorlar. Işıkta ondan yansıyor zaten. Sahildeki kumlar da altın gibi parildiyor.
Birden kendimi yüksek bir yamacın kenarında otururken buluyorum. Bu erkekler yuvarlak bir masada toplantı halindeler onlara "Baklava" yapmışım. "Piri Reis"in" haritasına benzer bir haritanın etrafında konuşuyorlar. Bu Yükseklikten herşeyi seyrederken Aynalıda toplantıda. Masanın başında oturuyor, bana
"Sahilde Bekle !" diyor...
O kadar erkek arasında seçilen diğer erkeklerle birlikte bekliyoruz...
*
NECV: Yüzmek: 59.
Mehdi: 59.
Nehhac: Kılavuz. Mürşid. Doğru yolu gösteren: 59.
Kulab: Büyük dalga. (Kulb-Bilezik. Bir yılan cinsi: 132: İslâm: Kalb.): 59.
Cihan: Dünya, kâinat, âlem: 59.
Mahya: Hayat. Canlılık: 59.
Cündeb: Yağmacı. (TAHT: Alt. Derin. Yağma. Fani olma.): 59.
*
Garik: Suda boğulmuş: 1310.
Şebah: Ceset. Cüsse, cisim. Şahıs, nefs. Karaltı, gölge: 310.
Paguş: Suya dalma: 1309= 310.
Huş: Akıl, fikir, zekâ. Ruh, can. Ölüm. Zehir. (Huşş: Huşu içinde olma.): 310.
*
Cankurtaran: 1012.
Hev’: Himmet: 12.
İbt: Koltuk: 12.
*
Cankurtaran: 1012= 13.
Salih Mirzabeyoğlu: 1013.
Abî: Suda yaşayan ve suda meydana gelen. Çok mavi. (Hayat suya işledi ve herşey sudan yaratıldı. İlim sıfatı da hayat sıfatından. Bu bakımdan, Halk âlemindeki en alt derece toprakda da kendine mahsus vehbî bilgi.): 13.
Vav: Vav harfi. (Allah’ın “Refiüd derecat - Derece ve itibarı yüksek” ismine ve yüksek derecelere işaret eden harftir… Vavî: Tilki… İngilizce bir kelime: vow-Üste verilen söz… Okunuşu VAV.): 13. (1)
*
FERSENDAC: Ümmet. (MUKAME-Ümmet: 187: İSLÂMA MUHATAB ANLAYIŞ: Sufî-asıl, öz.): [(1) ekleyerek.]: 399.
Menşat: Neşat, sürur, sevinç: 399.
Meşcun: Yarılmış. “Sırrı belirtilmiş.”: 399.
Mukantar(a): Kemer şeklinde olan KÖPRÜ. Birbiri üstüne yığılmış çok şey: 399.
NİZAM VE İDARE RUHU: (ALLAH Sevgilisi, birgün dostlarından ayrı ayrı sordu… Temayülleri barışa mı savaşa mı… Çünkü barış isteği, ya kötü düşünceden, can sevgisi ve canını kurtarmak arzusundan ileri gelir, yahud da iyilik sevgisinden, kerem, sabır ve cefaya katlanmak gibi insanlık ve kahramanlık duygularına dayanır… HAZRET-İ Ebubekir’in, kılıç çalma taraflısı olmadığını anladı… Sordu: “Eğer benden sonra HALİFE olursanız ne yaparsınız?”… HAZRET-İ Ömer, ADALET göstereceğini söyledi, en sevdiği bu… Allah Resûlü, “doğru söylüyorsun, zaten senden ADALET yağıyor!” buyurdu… HAZRET-İ Ebubekir’e sordu: “Sen ne yaparsın?”… CEVAB: “Benim elimden gelirse, herkesten gizlenir, saklanır, kendi âlemime dalarım!”… ALLAH Resûlü, “bu temayül sende açıkça görünüyor!” buyurdu… ÜSTADIM: “Hazret-i Ebubekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali. Biri derinlikte, biri genişlikte, öbürü gizlilikte ve daha öbürü erginlikte ve her biri bunlardan her birinde, Peygamber emanetinin çatısını taşıyan dört büyük sütun”… DEVLET idealinin sembolü Hazret-i Ömer hakkında Allah Sevgilisi: “Benden sonra Ömer ne taraftaysa, hak o taraftadır!”… Hazret-i Ebubekir’in hastalığında, Sahabîlerin büyükleri Hazret-i Ömer’i seçmeyi düşündüklerini, bu hususta ne diyeceğini sorduklarında, “Bana, benden daha iyi bildiğin bir şeyi sorma!” buyurdu… Bugün hukukla vakıa, metinle ruh, mevzuatla tatbikat arasındaki fark gittikçe genişliyor. Dünyada mevcut birçok anayasa tamamen göstermeliktir ve tarif ettikleri rejimin memlekette olanla hiçbir alâkası yoktur. Anayasa adeta mevcut rejimi gizleyen bir PARAVAN vazifesini görüyor… ŞİMDİ: Irak’ın fethinden sonra bir İslâm büyüğünün Müslüman olmayan kadınlarla evlenmesi üzerine, Hazret-i Ömer bu vaziyetten hiç hoşlanmadığını bildiren bir mektub yolladı ve cevab olarak bunun şahsî mütalâası mı olduğu, yoksa ŞER’İ bir hükümden mi… O, şahsî mütalâası olduğunu söyleyince, karşılık: “Senin şahsî mütalâanla hareket etmek için nefsimizde bir zaruret görmüyoruz!”… HALİD bin Velid Hazretleri’ne Bizans kumandanı: “Bizim hükümdarımız, yeryüzündeki bütün hükümdarların hükümdarıdır!”… Cevabı aldı: “Bizim REİS seçtiğimiz zât, bize tasallut etmeyi aklından geçirirse, onu hemen indiririz!”… Batı’da HÜKÜMDAR’ın da herhangi bir insan gibi olduğunu kabul ettirmek, asırlar aldı… HÜKÜMET ve İDARE RUHU: Hazret-i Ömer, her fırsatta halka, haklarını sımsıkı ellerinde tutmalarını öğütlerdi - “Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, birine kötü davranacak olan memuru hemen cezalandırırım. Zirâ Allah Resûlü böyle hareket ederdi. Müslümanlara kötü davranmayın ki NEFSE SAYGI duygusunu kaybetmesinler!”… İÇTİMAÎ ŞUUR: Halife Hazret-i Ömer, Suriye seyahatinden dönerken, çölde uzaklarda bir çadır gördü. Yaşlı bir kadın. “Ömer hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordu. Kadın, o Halife olduğundan beri eline bir şey geçmediğini söyliyerek kötüledi. “Sen böyle herkesten uzaktayken, Ömer seni nasıl bulsun?”… İhtiyar kadın: “Beni bulamayacak olduktan sonra, devletin başına niçin geçti!”… NÜFUZ SUİSTİMALİNE TEDBİR: Her memur, işbaşına geçmeden evvel bütün varını yoğunu hükümete kaydettirir, bu kayıdlar dikkatle muhafaza edilir, ileride umulmadık tarzda zenginleşiverince hakikat herkesin kolayca anlayabileceği şekilde ortaya çıkar… NÜFUZ suiistimali; anlaşılmayacak bir lâf değil. Kuvvetlileri tutma, saltanat hevesinin gerektirdiğini yapmalar, vesaire… DEVLET PROTOKOLU: Bu şart, ama… Dünya terkini “hüküm ve itikad işi olarak muhafaza ettikten sonra”, bir zarurete katlanma edebiyle. Halk arasındaki NÜFUZ ve HEYBET, tevazu ve sadeliğe mugayir bir tavır ve kıyafet debdebesinden değil, ŞAHSİYET’ten tütecek. Hazret-i Ömer olmak kimsenin haddi değil, ama örnek almak baştakilerin mecburiyeti-isteyiniz: “Allah’ın bize bahşettiği isim ve şöhret, Müslümanlığa âittir. Kendi şahsımız için sadelik kâfidir!”… HAKKANİYET: Hazret-i Ömer’in kızı Hazret-i Hafasa ganimetten pay için babasına başvurunca: “Benim şahsî malım üzerinde hakkın olabilir, fakat bu para Hazine’nin ganimet dairesine âittir. Benim şefkat duygularıma hitab ederek, beni yenmeye çalışma!”… ADALET SEMBOLÜ: Hazret-i Ömer, Hâkim karşısında, onun HALİFE olmasından dolayı takındığı hürmet tavrı karşısında: “Tarafsız olmadığınızın ilk âlâmeti, gösterdiğiniz bu tavırdır!”… ADALET VE HUKUKTA DEVRİM: 1980’e doğru, Dünya çapında büyük MARKSİST filozof Roger Garaudy’nin Müslüman olduğunu öğrenmiştik, o söylüyor - İslâmiyetle öbür dinler arasındaki fark, İSLÂM’ın çağları arkasından sürüklemesidir. İslâm’ın dışındakiler, zamana hitab etsin diye reforma tâbi tutuldu, KUR’AN ise indirildiği günden beri aynı. O zamanı değil, zaman onu izledi. Bu, ÇAĞLARÜSTÜ bir hâdisedir. (…) Hazret-i Ömer, kölesi ile bir şehirden öbürüne giderken, deveye sıra ile biniyorlardı. İşte ADALET ve HUKUK’ta aklın devrimi budur!”… BEYTÜLMÂL: Yâni devlet hazinesi. İlk defa Hazret-i Ömer devrinde tesis edildi. Beyt-ül mâl el Hâs-Bir çeşit Hilâfet Hazinesi, Hazine-i Hassa ki, Halife’nin tasarrufunda şahsî ve Devlet hükümdarlarına yapılan masraf ve hediyeleri karşılardı. Beytülmal-Bir çeşit Devlet Merkez Bankası. Beytülmâl-i el Müslimin-Yalnız Müslümanlara âit olmayan ikinci Kamu Hazinesi ki, teba’nın refahını sağlamayla ilgili. Yardımlar, yollar, köprüler, câmiler, diğer teşkilâtların bina ve ihtiyaçlarının sağlanması vesaire… İKTİSATTA RUHÎ FAKTÖR: Adalet ve hakkaniyette Hazret-i Ömer’e ve diğer üç Hâlifeye yaklaşan, ÖMER bin Abdülaziz - “HACCAC’a lânet olsun ki, ne din ne dünya işlerini idare edebildi. Hazret-i Ömer devrinde Irak’ın geliri 100 milyon dirhemden fazla olduğu hâlde, onun devrinde cebir ve şiddet’e başvurmalarına rağmen 20 milyondan fazla toplayamadılar.” Gayrımüslimlerden alınan vergi… SOSYAL GÜVENLİK: Müslüman olmayanlardan alınan CİZYE, onların hayatını himâye için kendilerinden alınan vergiydi - “İhtiyarlar çalışamayacak hâle gelir, bir kazaya uğrar , yahud mallarını kaybederlerse, yardıma muhtaç olurlarsa, cizyeden affedildikleri gibi, İSLÂM beldesinde kaldıkları müddetçe onların yardımından faydalanırlar!”… Bir şehrin fethinden sonra, anlaşma olarak tesbit edilen bir AHLÂK ve mer’i hükümdür bu. Bundan sonra, fakir ailelere çocuk bakımı için tahsisat, iş göremez MÜCAHİDLER’e bağlanan maaş, şu, bu. BATI’da ancak 19.-20. asırda sözkonusu olan SOSYAL GÜVENLİK davasının İslâm’ın tabiî yapısında bulunuşu, ÖRNEK ÜMMET modelinde apaçık görünür. Aynı şekilde, BATI için pek körpe bir mesele olan SOSYAL DEVLET ilkesi, ferd adına TOPLUM ve toplum adına FERDİ ezici tercihler içinde bir ara çözüm bekler ve DENKLEŞTİRİCİ ADALET prensibiyle bir çeşid devlet müdahalesi meşrulaştırılmaya çalışılırken, bu mevzuun HUKUKÎ MANTIĞI kitabına uydurularak halledilmekte, neticede “keyfilik” doğmaktadır. Oysa, ferd teşebbüsü ve devlet müdahaleciliği, İSLÂM’ın tabiî yapısında bulunan bir kıvamdır… DÜNYA’YI İMAR: Hazret-i Ömer, görünüşte iyi ve rahat yaşayan insanlara neyle meşgul olduklarını sorar ve birşeyle meşgul olmadıklarını öğrenince, “yazık, nazarımda bütün itibarınızı kaybettiniz herhangi bir işle meşgul olmak, oturmaktan veya dinlenmekten hayırlıdır!”… ÜSTADIM: “Din gözüyle bir zıplama taşı olan Dünya, yine din eliyle çerçevelenmiş hakları verilmedikçe, bizi ötelerin haklarından da mahrum edecek kadar kuvvetli bir tuzaktır - bütün marifet, bu dinî inceliği kavrayabilmektedir!”… Asırlar boyunca bu mânâya ne kadar yaklaşabildiğimiz ayrı dava. BATI’da ve genel olarak dünya’da dinler, dünya işlerine hitab edemez bir mesafede ve engelleyici oldukları için, dünyayı imar davası hep din karşıtı bir görüş çerçevesinde işlenmiş-gerçekleştirilmiştir. Bizim için mesele, işin ASLI neydi, ne yapılmıştır, ne yapılacaktırda düğümlü: BAŞYÜCELİK Devleti ve çevresinde işlenenler anlatıyor… FİKİR VE ORDU: Malûm - ORDU, milletin yumruğudur. Fikir emrinde yumruk… Herşeyin ne kadar içiçe olduğunu gösterici, HAZRET-İ Ömer devrinden bir hâdise: İSLÂM Orduları Başbuğu HALİD bin Velid Hazretleri, bir şâire 10.000 dirhem tutarında câize verdi. Bunu duyan HAZRET-İ Ömer, “Bu parayı kendi kesenden verdinse, seni israfla, eğer Müslümanlar’ın BEYTÜLMÂL’inden verdinse, seni hıyanetle suçlandırıyorum. Her iki hâlde de azledilmen icâb eder!”… Azlinden sonra HALİD bin Velid Hazretleri, askerlerden ibaret bir topluluğa, Müminlerin Emiri’nin Suriye’yi fethettirdikten sonra kendisini azlettiğini bildirdi-imâ… Bir asker haykırdı: “Dilini tut, böyle sözler İHTİLÂL çıkarır!”… CEVAB Başbuğ’dan ve hikmeti kalıcı: “Evet! Fakat ÖMER yaşadığı müddetçe kimse buna cesaret edemez!”… SAVAŞ İDARESİNDE İNKILÂB: İslâm Orduları ile İran Orduları arasında savaş. İran Ordusu’nun başında, RÜSTEM. İslâm Ordusu’nun başındaki SA’AD bin Ebu Vakkas, yürüyemeyecek derecede hasta ve yerine HALİD bin Arafata’yı tâyin ederek, savaşı ordunun tam merkezinde bir yerden idareyi plânlıyor. Kendisi Hazret-i Ömer’in emrinde, KARARGÂH’tan maiyetine görev vererek KURMAY HEYETİ KARARGÂHLARI’nın temeli, o günde atılıyor… BEDR’DE: Kâfirler yenildiler ve cesetleri kuyuya doldurulduktan sonra ALLAH RESÛLÜ, isimlerini saydıktan sonra, “Allah ve Resûlü’nün size bildirdiklerini hak buldunuz mu? Allah’ın bana vadettiklerini ben buldum!”… Hazret-i Ömer, O’nun cansız bedenlere nasıl hitabedebildiğini sorunca: “Ya ÖMER; sen benim sözlerimi onlardan daha iyi işitici değilsin! Şu var ki, onlar cevab verme iktidarında değiller!”… ŞEHİDLİK ŞUURU: Allah Resûlü dua buyurdular - “Allah’ım, MEKKE’yi sevdirdiğin gibi, bize MEDİNE’yi de sevdir! Mekke’den de fazla sevdir!”… HAZRET-İ Ömer: “Yarab, bana RESÛLÜ’nün şehrinde şehitlik nasib et!”… Ve MEDİNE’de şehid olmuştur… HADLERE RİAYET: İslâm’da mutlak kudsiyet yalnız Allah’a mahsus… Birgün HACER-İ Esved karşısında duran HAZRET-İ Ömer; “biliyorum ki bir taş parçasısın, elinden ne zarar gelebilir, ne de bir fayda!”… Allah Sevgilisi’nin cihad için altında arkadaşlarından BİAT aldığı meşhur ağaç da, sonradan fazla hürmet görmeye başlayınca, onun tarafından kesildi… Ve yine, herkesin bellibaşlı bir mescide fazla alâka göstermesi üzerine: “İsrail oğullarının helâk ve izmihlâline sebeb, Peygamberleri’ne âit hatıraları mabedleştirmeleridir!”… MESULİYET: “Ey imân edenler, siz kendinize bakınız! Siz hidayet yolunu tutarsanız dalâlete düşenlerden size bir zarar gelmez!”; bu meâlde âyet okunduktan sonra HAZRET-İ Ebubekir, Allah Sevgilisi’nin bu âyetle ilgili olarak, “Bir milletin dalâlet yoluna sapanlarının zararı, yalnız dalâlet sahiblerine inhisar etmez, bütün o topluluğa şâmil olur!” buyurduğunu söyledi… HAZRET-İ Ömer’i, dil, adalet, şecaat, ayırdedicilik gibi vasıfların GENİŞLİĞİNE İFÂDE mânâsı içinde çerçevelediğimize göre, HAZRET-İ Ebubekir’den nakil sözler de, “topluluk-cemaat” hakikatini gösterişiyle yine HAZRET-İ Ömer bahsi içindedir… İLİM SAHİBİ: Kâinat’ın Efendisi birgün rüyâlarında kendilerine bir kadeh SÜT verildiğini görüyor ve bir miktarını içip gerisini HAZRET-İ Ömer’e içiriyor… Sahâbiler’in bu rüyâyı nasıl yorumladığını sormaları üzerine, buyuruyor - “Ömer’e İLİM verildi”… ŞECAAT ABİDESİ: İslâm büyükleri, “33 velâyet, 40 risâlet yaşıdır!” demişlerdir. 40 sayısı, sayıların en esrarlılarından biri ve HAZRET-İ Ömer de 40. Müslüman… HAZRET-İ Ömer, Müslüman oldu ya, hemen sokağa çıkıyor ve önüne gelene ilân ediyor. Kâfirler, hemen üşüşüyorlar, bir arbede kopuyor. Yakınlarının da yardıma gelmesi ile, ona birşey yapamıyorlar: “O günden başlayarak, Allah İslâm’a izzet verene kadar boyuna kâfirlerle dövüştüm; onlar bana, ben onlara vuruşurduk!”… Allah’tan küfre karşı silâhla karşı çıkma emri gelince, karargâh MEDİNE’de. Allah Sevgilisi, herkesin teker teker, üçer beşer oraya gitmesini emretmesi; gizlice… Herkes sessizce çıkıp gittiği hâlde, ÖMER, belinde kılıç ve elinde okla yay, KÂBE’yi tavaf ediyor ve oradaki müşriklere: “İşte ben gidiyorum! Anasını ağlatmak, karısını dul ve çocuklarını öksüz bırakmak isteyenler, şu vâdiye doğru arkamdan gelsinler!”… Bu LEVHA, Müslüman kitlenin BÜYÜK CİHAD ve APOLİTİK SEVİYE numarasıyla uyutulduğu şartlarda, tarihî bir dönüm noktasını temsil eden GÖLGE’nin çıkışında onun benzersiz ses tonunda, hususi bir yere sahibtir… İLHÂM kaynağıdır… Bu yüzden, anlatılmasını sona bıraktım.): 1398= 399. (2)
*
Şatranc-ı Urefa’nın 3. Kabı, GURBET-Gariblik, yerinden ve vatanından uzakta, ona duyulan hasret duygusu. Yabancı yer. Yad el: 1602: DERVİŞ MUHAMMED-Gurbetzede, gurbete düşmüş olan. “Mü’min’in dünyadaki hâli”… Süryanice, MKUNTO-Temel: 602: ATAR-İbranice, “Dua etmek”… Karaçay Malkar dilinde, TERGE-Hesablamak. Saymak. Düşünmek. Sanmak: 1602: GREET-İngilizce, “Selâmlamak, selâm vermek”; teslimiyet, dua… İ’TİSAM-Bir şeye yapışarak sıkı tutmak. (Yevmiye: Allah, o çileyi çekebildiğin için sana veriyor. Beni kurtaran âyet şu oldu, dikkat et: Allah hiçbir nefse çekemeyeceği yükü vermez!): 602: AMEN-ER RESÛLÜ’de geçen - Meâli: “Allah hiçbir nefse takatinden fazlasını yüklemez!”. (Amen-el Resûlü… Amen: En çok güvenilen, en emin olunan… Amen: Bir yerde mukim olmak, yerleşmiş olmak… Bakara Sûresi’nde geçen “Amen-er Resûlü: Resûl, Rabbi tarafından kendisine indirilene imân etti, müminler de”; Sûre’nin son iki âyeti… Hadîs: “Allahu Tealâ, Bakara Sûresini, iki âyetle sona erdirdi ki, onları bana Arş’ın altındaki bir hazineden verdi. Bunları öğreniniz, kadınlarınıza çocuklarına öğretiniz, çünkü bunlar salâttır, hem duadır, hem Kur’an’dır!”… Hazret-i Ali ve Ömer’e âit: Aklı başında hiçbir adam görmedik ki, Bakara Sûresi’nin son iki âyetini, okumadan uyusun!)… ITARE-Bir şeyin peşini bırakmayıp takib etme. Dikkat ve hiddetle bakmak. (Terai-Aynaya bakma. Birbirini görme ve görüşme. Bir fikir hakkında mukabil görüş. “Çile, mukabilini hazırlama: Karşılama”: 612: Derviş Muhammed): 602: ŞÜPÜŞ-Bit. “Nokta. Sıfır. Beş. On”; zirve, şahika… SAKB-Delme, delinme. Derinleşme. Çok kırmızı. “İdrak”: 602: İŞRAK-Güneş doğmak. Işıklandırmak. Parlatmak. Kalbe mânâların doğması. Güneşlik yere dahil olmak… TEBER-Balta. Derin kesen. “İslâma muhatab anlayış”: 602: AHDAR-Yeşil, yemyeşil. “Allah için, Allah aşkına”… BELKAAT-Kara ile ak nesne. Parlak nesne. (Cevn-Kara. Beyaz: 59: Mehdî): 602: RETEB-Zahmet. Çile. Şiddet. Şehadet parmağı ile orta parmak arası…
*
Süryanice, NUĞROYO-Gurbet. Gurbette olan. Gurbetçi: 1272: ENGAR-Hikâye… NAİKAN-Cevza Burcu’ndan iki yıldız: 272: SUUR-Bilezikler… MÜKEBBİR-Tekbir getiren: 272: SERAYA-Düşman üzerine gönderilen asker… İRANÎ-“Mehdi’yi Hamil On Süvari” hatırda: 272: SAHUR-Ay’ın etrafındaki hâle. Yeryüzünün gölgesi. Gece uyanıklığı… AİR-Göz ağrısı. “Üstadım”: 272: ABR-Rüyâ tâbir etmek. Düş yormak. Yaş akıtmak. Sudan veya başka yerden geçmek. Söylemeden bir şeyi düşünmek. “Hayat suya işledi ve her canlı şey sudan yaratıldı”… ARAB-İz süren. Tabirci: 272: HÜKÜMDAR. (Levha: 31 Temmuz 1992… Sevilay Şadoğlu Hamım, “Salih Mirzabeyoğlu Hükümdardır!” diye bir yazı okuyor… Yazının altında da, yazının sahibinin imzası: Necib Fazıl)(3)
NESLİHAN DAĞCI
(1) Salih Mirzabeyoğlu ÖLÜM ODASI (Cem Eden Suret -60)
(2) Salih Mirzabeyoğlu ÖLÜM ODASI ( Devlet-i Aliye-i Ebed Müddet - 67)
(3) Salih Mirzabeyoğlu ÖLÜM ODASI ( İz Süren - Mim Mim'in Hikayesi - 374)
Yorumlar
Yorum Gönder