Wang Zhuaug Tei bana Tiananmen meydanında çekilmiş bir resmini hediye ediyor.
-Burasi Tiananmen meydanı değil mi?
Meydanı tanımam ve ismi telaffuz etmem Wang Tei'nin hoşuna gidiyor.
-Ooo biliyorsun.
-Tabi canım o meydanda olan olayları bilmeyen yok ki? Kaç genç öldürülmüştü orada ?
-Binlerce genç öldürüldü. Yüzlerce gençte hapse atıldı.
Bu cevabı verirken üzüldüğünü hissetmemek mümkün değildi. Elimdeki resme dönüp bakmaya devam ettim. Meydanda hala duran Mao'nun resmi dikkatimi çekti. O gün meydandaki genclerin tam bu resmin karşısına yaptıkları elinde meşale olan heykel geldi aklıma. Wang Tei'ye dönüp
-Bu Mao'nun resmi değil mı? diye sordum.
-Evet Mao'nun resmi.
-Şu an nasıl peki Çin?
Wang Tei kulağıma eğilip hafifçe fısıldadı,
-Benim adım Aişe
Hem adının Aişe olmasına hemde bunu kulağıma eğilip fısıldayarak söylemesine şaşırmıştım.
-Adın Aişe mı? Yani sen müslüman mısın?
Tebessüm ederek
-Evet
dedi. Müslüman olmasına o kadar çok sevinmiştim ki şaşkınlık üzerine şaşkınlık yaşıyordum.
-Peki ama resimde neden açıksın ?
-Çin'de Müslümanlık yasak. Orada Aişe ismimi ailemin dışında kimse bilmez.
Şaşkınlığım giderek artıyordu. Evet Çin komünisti ve normalde bunlara şaşırmamak gerekiyordu. Bunları ilk kez duyuyor olmak şaşırmama neden oluyordu aslında.
Ona Aişe diyerek sordum.
-Başka ne yasak mesela?
-Oruç tutmak, namaz ve sonra bir taneden fazla çocuk yapmak.
-Bir taneden fazla çocuk yapmamak insanın elinde mi ki?
-Değil ama Çin'de yasak işte.
Yavaş yavaş sinirleniyordum.
-Peki ya kadınlar hamile kalırsa
-Kalamaz doğurunca öldürüyorlar
İşte bu cevap bütün günümün berbat geçmesine neden olmuştu. Öfkeden de deliye dönmüş tüm.
-Peki bunun gizli bir yolu filan yok mu?
Bazılarının köy gibi yerlerde saklamaya çalıştıklarını ama tespit edilince onlarında zincirlenerek açlığa terk edilip öldürüldüğünü söyledi. Daha fazla dinlemek istemedim. Aişe artık kanısamış gibi bir ses tonu içinde anlatırken aslında bunun çaresizliğin sesi olduğunu anladım.
Çok sonraları Tiananmen meydanı olaylarının başında Uygurlu Örkesh Dövlet adında bir gencinde olduğunu öğrendim. Komünist rejimde 20 milyon komünistin, komünist zorbalığa karşı yine komünist metodları kullanarak direnmesi acaba yaşasa idi Satre'nin romanlarına "Bulantı" konusu olur muydu?
Aişe'yi daha fazla üzmek istemiyorum. Aslında daha neler olduğuna dair bilgi almak için, içim içimi yiyor bunu daha sonraki günlerde sorarım diye düşünüp, konuyu kapatıyorum. Elimde bana hediye ettiği resim ayağa kalkıyor ve odama geçmek için izin istiyorum.
-Tabi ama bir akşam muhakkak yemeğe gel.
Korktuğum şey "Yemek Daveti" o ana kadar sünnete riayet âdabından kabul ettiğim tüm davetler kabusa dönüşüyordu. Bir kabus daha yaşayabilir korkusu ile
- İnşallah, sizde muhakkak bir akşam odama çay içmeye gelin.
diye biliyorum. Hay Allah demez olaydım !
-Aslinda iyi fikir siz neden bu akşam çaya gelmiyorsunuz?
O an yemekten daha iyi ve kurtarıcı olur düşüncesi hesabıyla davetin deyim yerindeyse üstüne atladım.
-Bak iyi düşündün, hem bu akşam bir meşuliyetim de yok,
Akşam yemeğinden sonra davete icabet üzere yan odaya geçmek için hazırlık yaparken bir iki bardak çay içer geri gelirim düşüncesindeyim. Tabi o ana kadar ömrümde hiç içmediğim bir çay ile karşilaşcağımı ve bunun bir senomoni gerektireceğini nerden bilebilirdim.
Beni kapıda Ma Chun Lan karşıladı.
Çinliler ipek gibi narin zarif ve tiril tirildirler. Her adımları ve hareketlerinde saygıyı bir asalet dansı seyrediyormuş gibi bir hissiyat içinde içinize nakşede nakşede hissettirerek verirler. Ağır çekim hissiyatı da vermiyor değil bu hareketleri tabi. Bir hoşeldin merasimi bile kapıda sahnedeki kuğu gölü baleti hissine düşürüyor insanı. Çok uzun süren seromonilerden hoşlanmadığım için karşılama merasimini Çin aksağını ile birkaç kelime söyleyerek bozuyorum. Bu süprizim çok hoşlarına gidiyor. Ve bu kadar kabiliyet ile yaptığım taklide hayran kalıyorlar. Çinliler gülmeyi sever. Hep gülsün isterler. Çoğu zaman sessizliği tercih ediyorlar. Sessizlik sadece değerli şeyler ve meseleler için bozuluyor.
Derken beni masaya alıp çay seromonisine başladılar. Ben hala tavşan kanı yanında kıtlama ya da reçel sunulacak ince belli bardakta şöyle yeni demlenmiş çay içeceğimi sanıyorum.
Ma Jing önüme koca bir su bardağı koyuyor. Bu nerdeyse sürahi boyutundaki bardağı niçin masaya koyduğuna bir anlam veremiyorum. Herhalde çay için değildir diyede içimden geçiriyorum tabi. Sonra bir tutam yeşil otu bardağın içine koyuyor. Benim gözler fal taşı gibi açılıyor. Etraftakiler tatlı tatlı gülümsüyorlar. Bende tabi karşılık vermek için tebessüm ediyorum. Ma Jing ocağın üzerinde ısınan çaydanlıktaki suyu almaya yöneldiğinde Aişe'ye soruyorum.
-Siz çayı böyle mi demliyorsunuz. ?
-Hayır çayı böyle içiyoruz
diyor gülümseyerek. Bende başıma neler geleceğini az buçuk tahmin ettigimden acı acı gülümsüyorum. Daha sonra her yudumda acı acı gülümsemek zorunda kalacağımı bilmeden tabi.
O an, en son İnara'nın yemek davetinde yemekleri bi güzel yedikten sonra salam gibi ince ince doğranmış etlerin at eti olduğunu bilmeden yediğim, sonrasında ise yaşadığım mide ağrıları, sabaha kadar istiğfar etmek için her türlü yola teşebbüs edişim filim şeridi gibi geçti gözümün önünden. Acaba şimdi neler yaşayacaktım. Bir yandan tebessüm etmeye devam ediyor bir yandanda başıma gelecekleri düşünüyordum.
İnara;
-Umarim yemekleri beğenmişsindir ?
-Evet şu ana kadar yediğim en güzel yemeklerdi. Özelikle şu salam gibi sardiğiniz inek eti. Bu kadar güzel kırmızı etin buralarda satıldığını bilmiyordum.
-Yok canım annem Kazakistan'dan getirdi. Özel misafirlerimiz olduğunda çıkarırız.
- Ooo çok onure ettiniz beni...demek Kazakistan'da ki etler bu derece leziz.
Gayet rahat ve tabi bir halde bana
-At eti lezzetli bir ettir...
Demez mi ?
Benim bütün dünyam başımdan aşağıya yıkıldı. Kaç dakika bilmiyorum öylece donup İnara'ya bakmışım. Kendimi en aşağılık cani gibi hissederek ağlamaklı bir ses ile
-At benim en çok sevdiğim hayvandır. Ben şimdi at etimi yedim ?
Dedim. İnara yanlış birşey yaptığını anlarcasına
-Özür dilerim biz özel misafirlerimize at eti sunarız, bilmiyordum
Diyebildi sadece. Ben mezhebi olarak bu durum için içtihatları düşünürken bir yandan da süte karıştırılmış kanlı birşeyler varmı diye içtiklerime bakıyordum.
Oradan nasıl ayrıldığımı midemin ne hale geldiğini tahmin edin.
Ma Jing sıcak suyu sürahi gibi bardağa boşalttı. Ben o arada kafama diker su içer gibi yutar gider bu işkenceden de bir an da kurtulur, çay faslını kapatır odama geçerim hesabı yapıyor bir yandanda bu yeşil otun mahiyetini soruyordum. Adı Çin çayı imiş. Aynı zamanda sağlık açısından faydaları varmış. Kendilerine de küçük bardaklarda aynı seromoniye riayet ederek çay hazırladılar. Ben bardakta uzayan ve ağaç yaprağı gibi genişleyen yeşil otları seyrederken içeyim bari diyip sordum.
- Çay kaşığı ve şeker getirmeyi unuttun Ma Jing
Ma O, gülümseyerek o ince Japon kadınları gibi narin narin çayın nasıl içilmesi gerektiğini tek tek anlattı.
-Bizde çay şekerle içilmiyor
E bari şekersiz içeyim niyeti ile bardağa elimi uzattım. Elimi tutarak
- A hayır şimdi değil yarım saat en az yirmi dakika beklemek gerekiyor
Dedi. Akşam çayı resmen Çin işkencesine döndü. Bir an önce içip bu işkenceden kurtulmayı düşünüyorum.
Yirmi dakika dolduğunda ağzıma aldığım daha ilk yudumda âcımsı tadın bende yarattığı iğretiyi acıya karışık tebessümler ederek örtmeye çalıştım ne kadar zorlasam da olmuyordu.
- Ben galiba şekersiz içemeyeceğim
Demek zorunda kaldım. Genel çay içme seromonisine aykırı bu duruma Ma O müdahale edip
-Olmaz
dedi.
-Neden şeker karışınca zarar mı veriyor yoksa?
-Tavsiye edilmiyor.
Zehirlenmeyide göze alarak
-O zaman az koyarız
Diyerek Ma O'yu ikna ettim. Seromoniyi berbat etmiştim kızlar üzülmüştü. Son bir gayret derken bardağı anca yarıladım. Bu arada midemde üçüncü dünya harbi patlak vermişti.
Bardağın dibinde uzun yapraklara dönüşmüş çayları bahane ederek çayın bittiğini ilk kez Çin çayı içtiğimi değişik bir deneyim olduğunu söyledim. Ancak Ma O çayın bitmediğini ve bitirmek gerektiği uyarısını tatlı tatlı gülümseyerek yaptı. Bunun onlara saygısızlık olacağını düşünerek işkenceye razı geldim. Sonunda çay bitmişti. Ve ben kaçar adımlarla müsade isteyip odama geçtim. Midemi düzeltmek için kaç kase reçel yediğimi hatırlamıyorum. Dilefruz gülmekten yerlerde süründü. Şehnaz da bıyık altından kıs kıs gülüyordu.
-Gülmeyi bırakın da midemi nasıl düzelteceğiz bir formül düşünün
Deyince
Mesi
-Sen hiç Hint Çayı içtin mi? Bizim çayımız böyle yapmaz !
Dedi. Bir davet daha geliyor korkusu ile battaniyeye gömülüp "Uyumak istediğimi" söyledim.
&...
Bir omuzuma konuyor bir tepemde uçuyor, bazen de ağaç dallarına konuyor. Kopardığım çiçekleri elimden gagası ile alıp mağara girişindeki kahve tonlarındaki kaya parçacıklarının üzerine bırakıyor...Ve bana büyük heyecanla Büyük Kral Baba'nın Işık Ülkesindeki meşhur tahtı anlatıyor Bülbül...
Elimdeki çiçekleri gagasına verip birşeyler yazmak için uzaklaştığımda can havli ile peşimden uçup geldi.
-Ama sen beni dinlemiyorsun sana herkesin merak ettiği ülkeyi anlatıyorum umrunda bile değil.
Canım sıkkın bir halde
-Umrumda olmaz mı hiç? Niçin burdayım düşünmedin mi? Sana masal mı anlatıyordum?
-Yoo yo tabiki bunu demek istemedim. Ama oraya gitmek için hiçte istekli görünmüyorsun?
-Bülbül benle dalga mı geçiyorsun? Görmüyor musun halimi ?
- Eee halinde ne var canım?
-Elbiselerim yırtıldı. Ayağımda bir çok kesik var. Şu tırnağımı ve şunu ?
derken koca gözlerini açarak parmağıma baktı.
-Bu tirnaklarım buraya çıkarken çıktı. Hem ben artık çok yaşlandım. Eskisi gibi değilim.
İki kanadını açıp sürekli sevinç halinde çırparak kahkahalar atıp etrafimda dönüp durdu Bülbül...
- Ha ha ha! Üzüldüğün şeye bak. Işıklar ülkesinde böyle şeyler yok ki!
-İyide sana oraya gidecek halde olmadığımı söylemek istiyorum.
-Bak sen dedin işte 'Niçin burdayım ?" diye... O halde yürümeye devam etmelisin ! Yanlız uyarmalıyım daha yüksek dağlar ve geçilmez ormanlar ve geçitler var ! Değişik değişik hayvanlarda çabas tâbi.
-Yazmalıyım Bülbül beni rahat bırak lütfen...
-Bari şu gözlüğü al.
dedi. Yazıyı yazarken Bülbül tepemde uçuşup duruyordu. Bazen kayalığa konar gibi yapıp ne yazdığımı görmek için abanıyor, ben farkedince kanatları ile oynuyormuş gibi yapıyordu. Sonra kollarımla kavradiğim kağıdı göremeyince de ortaya laf atıp kollarımı çekmemi bekliyordu.
-Biliyormusun ?
-Neyi?
-Yildizlar yıldızlara benzer...
-Evet benzerler.
Bir müddet sonra
- Hadi bitir şunu artıkta ülkemize gidelim. Ne zaman bitecek bu şiirlerin?
-Bilmiyorum...
-İşiklar ülkesinin her yanı şiir biliyor musun?
diyerek karşıma konuyor. Kocaman zümrüde çalan gözlerini açıp tebessüm ederek bana bakıyor. Gözlerinin içinde kendimi görüyorum. Sonra mavi kanatlarını açıp
-Benim gibi yoldaşın olacak! Büyük Kral Babayı görmeyi istemiyorsun demek! Diyerek bir hışımla karşıdaki ağacın dalına konuyor.
-Hayir elbette ki Kral Babayı merak ediyorum. Ama bu halde nasıl çıkarım huzuruna ! Hiç anlamıyor musun? Benim gibiler huzuruna çıkamaz ki! Bunun için üzüldüğümü anlamadın mı?
Uçarak şiir yazdığım kağıda konuyor, gözlerini gözlerime dikip
-Şu mısrayı bitir. Sonra bak bakalım "Işıklar Ülkesine" nasıl gidiyoruz.
Birden heyecanlanıyor ve o heyecanla ne yazacağımı unutuyorum. Bir müddet sonra son mısrayıda yazıya döküyorum.
Balığın gözlerinden akan yaşın
Deryasında boğuldum,
Henüz yüzmeyi öğrenmemiş iken.
Meğer derya ben yüzen oymuş
Balık O, ağlayan Ben...
Kalemi bırakıp mührü vurdum. Bülbül alıp götürdü.
Birkaç dakika sonra kanadında bir bohça ile geldi.
- Bunlarda nedir böyle ?
Deyince söylenmeye başladı .
-Bana sorana kadar içine açıp baksan ya? Benim bakmaya iznim yok bilmiyor musun?
Bohçanın düğümünü açınca birde ne göreyim küçük bir kavonozun içinde minik bir mavi balık. Ve bir tane kamış kalem vardı.
Bülbül'ün telaşı ile yola koyulduk. Önce tepesi karlarla kaplı dağa tımandık. Tırmanan benim tabi o tepemde uçuşup duruyor "Şurayı tut buraya bas!" diye talimat veriyordu. Üç gün sonra karlı dağı aştık. Dördüncü gün dev bir geçide vardık. Her yer karanlıktı. Bülbül ıslık çalarak giderken ben etraftan birşey çıkar diye gözlerimi pür dikkat karanlığa odaklıyordum. Bülbül dikkat deyip gözden kayboldu. Karanlığın içinde yanlız kalmıştım. Birden ense kökümde bir adam bir anda görünüverdi. Gecenin karanlığında buralarda tek başına ne yaptığımı sordu. Bende yürüyüş yaptığımı söyledim. Kendiside benle yürümek istediğini söyledi. Tek başına yürümek istediğimi kimseyi istemediğimi söyleyince dahada ısrarlı bir şekilde yürümekte diretti. Bir yandan adamı kovmaya çalışıyor bir yandanda Bülbül'ün gelip beni kurtarmasını bekliyordum. Bir kaç adım sonra adam laçkalaşti. Onu ittim. Tam o sırada Aynalı geldi...Öbür adam yok oldu. Aynalı beni tuttu. Ben zangır zangır titreyerek "Vallahi benim suçum yoktu, nerden çıktı anlamadım, yemin ederim ki ittim, yemin ederim !" diye avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Ama Aynalı beni dinlemedi. Bir koyun gibi tuttu bacaklarımdan ve yatırdı yere. Şucsuz olduğumu anlatmam nafile idi. Teslim oldum. Bende derin teslimiyet sukutu içinde bir rahatlık. Aynalı şehadet ve orta parmağını yakın tutarak bir bıçak gibi boynuma tuttu. Hiç korkmadım. Ve sonra parmaklarından ışıklı kılıç çıktı. Onla boynumu kesip kafamı gövdemden ayırdı. Ayaklarıma iki kağıt bırakıp gitti. Ben hüngür hüngür ağlamaya vallahi suçum yoktu demeye devam ederken Bülbül geldi. Sanki ağladığımı görmüyormuş gibi "İlerde orman vardı, bir gidip bakayım. Hayvanlardan hangisi var? Eee sen ne yaptın ?" deyince, ayağa kalkıp iki kağıdı cebime koyup Bülbüle "Orman ne tarafta?" diye sordum. Bir yandan gözyaşlarımı siliyor bir yandan da karanlığın içinde sinirden uçar gibi gidiyordum. İçimden "Vallahi bir suçum yoktu !" diye tekrar ederken ister istemez gözlerimden yaşlar boşalıyor Bülbül ise tepemde ıslık çalarak sanki hiç haberi yokmuş gibi davranıyordu. Üç gün boyunca karanlık yarıkta yürüdük, dördüncü gün Ormana geldik. Bülbül aman dikkat dedi, "Ormanda konuşan siyah yılanı görünce ona akıllıca cevaplar ver ! " dedi. Daha önce görmediğim ağaçlar ve meyvalar vardı ormanda. Bazılarını Bülbül ile beraber yedik. Süzülen ışıklar arasında dev ağaçlar sisin ardında kaybolmuş gibi duruyordu. İçinde kanatları her renkten kuşlar uçuyor bazıları bembeyaz ve deniz anası gibi şeffaf uzun kuyrukları ile düğüne giden gelinleri andırıyordu. Uzaktan gelen atların ayak sesleri ve ağaçların arasında kaybolmuş yüksek tepelerden akan şelaleler...sesler birbirine karışıyor ortaya muazzam bir ahenk çıkıyordu. Bülbüle dönüp "Hani söz ettiğin vahşi hayvanlar nerde ? Onları göremiyorum ?", "Sana değişik hayvanlar var dedim, onlarıda görüyorsun işte!" , "Öyle bir söyledin ki vahşi ve korkunç sandım ", "Vahşi!" "O vahşi hayvan karanlıkta kaldı", Bülbül yolculuğa çıktığımızdan beri tuhaf konuşmalar yapıp garip davranmaya başlamıştı. Acaba bana tuzak kurmuş olabilir miydi? Bu yolculuğa çıkma konusunda öyle ısrar etti ki birden O'ndan bile süphelendim. "Peki ya bu konusan yılan nerde ?" , " Oooo sende ne sabırsızsın böyle, ya doğru cevap veremezsem diye hiç düşünmüyorsun da nerede diye soruyorsun? ..."Ne sorabilir ki?" ...derken bir ırmağın içine girdik. Elimde tuttuğum kovanozdaki balığa benzer balıklar ayağımın etrafında geziniyor suyun üstünde çiçekler yüzüyordu...ikinci günü bir ağacın altında dinlenirken kanatları rengarenk kuşlar bize ufak kırmızı çileğe benzer meyveler getirdi. Biraz yedikten sonra uyumuşum. Uyandığımda başımda dev bir yılan tıslayıp duruyordu. Neye uğradığıma şaşırdım. Kalbim korkudan küt küt atıyordu. Kekeleyerek " Sorunu sor hadi bekliyorum " dedim. Yılan bana " Çok cüretkar olduğumu ve sorularının keskinliği karşısında duramayacağımı " söyledi. Gözlerim Bülbülü aradı ve yine ortalıkta yoktu. "Ne kadar keskin olursa olsun hadi sor bakalım " diyerek bekledim. Bu arada ikide bir ayak değiştiriyor korkumu bastırıyordum. Yılan şöyle bir kıvrıldı sonra olduğu yerden kulaklarıma kadar geldi önce tıslayarak durdu. Uzun çatallı dilinin kırmızılığını gösterdi ve bana "Senin bütün gün bir deli olduğunu düşündüm" dedi...bende usulca kulaklarına yanaşıp boynunu tuttum yılan gibi fısıldayarak "Çünkü ben Allah'ın söylediğine inandım" dedim. Yılan yüzüme bakıp tebessüm etti. O zaman doğru cevabı verdigimi anladım. Sonra hiç oralı değilmiş gibi salına salına gitti. Bir anda başımda Bülbül dönüp durmaya başladı. "Hadi çabuk ol ! Kapı göründü şimdi geçmeliyiz" diyerek elimden tutup beni uçurdu. Öbür elimde kavanoz içinde balık uçmanın şiddetinden sarsılıyordu. Bülbül "Ateş" nehrinin üzerinden geçeceğimizi gözlerimi kapatmamı yoksa yukarı yükselen dalgalardan korkabileceğimi söyleyince gözlerimi kapattım. Bir süre sonra ayaklarım aşağıdaki sıcaklığı hissetmeye başladı ben elimdeki kavanoz düşmesin diye onu sıkı sıkı tutmaya çalışırken Bülbül bu sefer dev buz kütlelerin içinden geçeceğimizi ve gözlerimi kapatmaya devam etmem gerektiğini söyledi. Üşümeye başladım. Elim kavanoza yapıştı. Bülbül ise ne ateşten nede soğuktan etkilenmiş gibi değil, gözlerim kapalı iken kanat seslerini duyuyorum . İki gün süren yolculuktan sonra beni ceylanların otladığı bir şelalenin önüne bıraktı. Nefes nefese kalmış derin soluklar almaya başlamıştı Bülbül. "İyi misin ?" diye sorduğumda tek kaşını kaldırarak " Bu neki bizler neler gördük" dedi. Elimdeki kavonuzu yanıma bırakıp bir kayanın üstüne oturdum. Otlayan ceylanları seyrederken birden tiz ve dolgun bir sesin hızla bana yaklaştığını hissettim arkama dönmem ile başlığı öküz boynuzu olan ve kıllı hayvanların derilerini elbise gibi giymiş siyah bir atin üzerinde hızlıca at koşturan geniş omuzlu bir adamın bana doğru ok attığını gördüm. Sonra kalbime doğru sert bir cismin girdiğini hissettim . Elime kalbime götürdüğümde ok kalbime saplanmıştı. Derin bir acı hissettiğimi hatırlıyorum. Gözlerimi açtığımda sessiz sessiz akan bir ırmağın üzerinde yüzüyor buldum kendimi. Bülbül suyun kenarına gelip çiçeklerle bezenmiş bir ipi bana atıp "Tut" dedi. Beni yavaş yavaş çekip toprağa uzattı. O'na bana ne olduğunu sordum. Her zamanki gibi tek kaşını kaldırıp zümrüt yeşili gözlerini bana dikti. Gözlerinde kendimi aynada seyreder gibi seyrediyorum. O ben miydim ? Bu nasıl bir güzellikti böyle. Bülbüle "O ben miyim?" diye sordum, gagasını hafif yana kaydırıp sana burda öyle şeyler olmaz dememiş miydim?" dedi. Elimden tutup kalbimin üzerindeki anahtarı almamı söyledi. Kalbime baktım üzerinde mavi kelebek vardı. Onu alıp şelalenin arka tarafına geçmemi söyledi. Şelaleyi bir perde gibi iki yana açtım. Karşımda koca bir dağın etekleri duruyordu. Anahtar kelebeği dağın içindeki oyuğa yerleştirince birden kapı gibi açıldı. Açılır açılmaz aralıktan sızan şiddetli ışık gözümü kamaştırdı. Ellerimle gözlerimi kapadım . Şiddetli ışığın bana çarpan dalgalarını hissedebiliyordum. Sonra bir el elimi tutup bana melakuti bir sesle hoşgeldin dedi. Bu sesi tanıyordum. Ellerimi indirdiğimde karşımda mavi peçeli boyu iki metre olan şölende beni karşılayan genç adam duruyordu. Sonra ellerimi tutup beni her yerin Işıl Işıl parladığı Işıklar ülkesini gezdirdi. Daha sonra asma bahçeler arasında yolunun altınlarla döşendiği Kral babanın tahtına doğru gittik. Kral baba tahta oturmuştu. Belkide ikiyüz yaşındaydı. Bembeyaz pamuk gibi saçları ve sakalları vardı. Mavi Peçeli beni Kral Babaya takdim etti. Önünde dizlerimi kırıp elimi kalbime götürüp selam verdim. "Ooo dedi büyüyünce pekte...."
&...
&...

Yorumlar
Yorum Gönder