Ana içeriğe atla

YAĞMURCU (12)



Wang Zhuaug Tei bana Tiananmen meydanında çekilmiş bir resmini hediye ediyor.

-Burasi Tiananmen meydanı değil mi?

Meydanı tanımam ve ismi telaffuz etmem Wang Tei'nin hoşuna gidiyor.

-Ooo biliyorsun.
-Tabi canım o meydanda olan olayları bilmeyen yok ki? Kaç genç öldürülmüştü orada ?
-Binlerce  genç öldürüldü. Yüzlerce  gençte hapse atıldı.

Bu cevabı verirken üzüldüğünü hissetmemek mümkün değildi. Elimdeki resme dönüp bakmaya devam ettim. Meydanda hala duran Mao'nun resmi dikkatimi çekti. O gün meydandaki genclerin tam bu resmin karşısına yaptıkları elinde meşale olan heykel geldi aklıma. Wang Tei'ye dönüp

-Bu Mao'nun resmi değil mı? diye sordum.
-Evet Mao'nun resmi.
-Şu an nasıl peki Çin?

Wang Tei kulağıma eğilip hafifçe fısıldadı,

-Benim adım Aişe

Hem adının Aişe olmasına hemde bunu kulağıma eğilip fısıldayarak söylemesine şaşırmıştım.

-Adın Aişe mı? Yani sen müslüman mısın?

Tebessüm ederek

-Evet

dedi. Müslüman olmasına o kadar çok sevinmiştim ki şaşkınlık üzerine şaşkınlık yaşıyordum.

-Peki ama resimde neden açıksın ?
-Çin'de Müslümanlık yasak. Orada Aişe ismimi ailemin dışında kimse bilmez.

Şaşkınlığım giderek artıyordu. Evet Çin komünisti  ve normalde bunlara şaşırmamak gerekiyordu. Bunları ilk kez duyuyor  olmak şaşırmama  neden oluyordu aslında.

Ona Aişe diyerek sordum.

-Başka ne yasak mesela?
-Oruç tutmak, namaz ve sonra bir taneden fazla çocuk yapmak.

-Bir taneden fazla çocuk yapmamak insanın elinde mi ki?
-Değil ama Çin'de yasak işte.

Yavaş yavaş sinirleniyordum.

-Peki ya kadınlar hamile kalırsa
-Kalamaz doğurunca öldürüyorlar

İşte bu cevap bütün günümün berbat geçmesine neden olmuştu.  Öfkeden de deliye dönmüş tüm.

-Peki bunun gizli bir yolu filan yok mu?

Bazılarının köy gibi yerlerde saklamaya çalıştıklarını ama tespit edilince onlarında  zincirlenerek açlığa terk edilip  öldürüldüğünü söyledi. Daha fazla dinlemek istemedim. Aişe artık kanısamış gibi bir ses tonu içinde anlatırken aslında bunun çaresizliğin sesi olduğunu anladım.

Çok sonraları Tiananmen meydanı olaylarının başında Uygurlu Örkesh Dövlet adında bir gencinde olduğunu öğrendim. Komünist rejimde 20 milyon komünistin, komünist zorbalığa karşı yine komünist metodları kullanarak direnmesi acaba yaşasa idi Satre'nin romanlarına "Bulantı" konusu olur muydu? 

Aişe'yi daha fazla üzmek istemiyorum. Aslında daha neler olduğuna dair bilgi almak için, içim içimi yiyor bunu daha sonraki günlerde sorarım diye düşünüp, konuyu kapatıyorum.  Elimde bana hediye ettiği resim ayağa kalkıyor  ve odama geçmek için izin istiyorum. 

-Tabi ama bir akşam muhakkak yemeğe gel.

Korktuğum şey "Yemek Daveti" o ana kadar  sünnete riayet âdabından kabul ettiğim tüm davetler kabusa dönüşüyordu. Bir kabus daha yaşayabilir korkusu ile 

- İnşallah, sizde muhakkak bir akşam odama çay içmeye gelin.

diye biliyorum. Hay Allah demez olaydım !

-Aslinda iyi fikir siz neden bu akşam çaya gelmiyorsunuz?

O an yemekten daha iyi ve kurtarıcı olur düşüncesi hesabıyla davetin deyim yerindeyse üstüne atladım.

-Bak iyi düşündün, hem bu akşam bir meşuliyetim de  yok,

Akşam yemeğinden sonra davete icabet üzere yan odaya geçmek için hazırlık yaparken bir iki bardak çay içer geri gelirim düşüncesindeyim. Tabi o ana kadar ömrümde hiç içmediğim bir çay ile karşilaşcağımı ve bunun bir senomoni gerektireceğini nerden bilebilirdim.

Beni kapıda Ma Chun Lan karşıladı. 

Çinliler ipek gibi narin zarif ve tiril tirildirler. Her adımları ve hareketlerinde saygıyı bir asalet dansı seyrediyormuş gibi bir hissiyat içinde içinize nakşede nakşede hissettirerek verirler. Ağır çekim hissiyatı da vermiyor değil bu hareketleri tabi. Bir hoşeldin merasimi bile kapıda sahnedeki kuğu gölü baleti hissine düşürüyor insanı.  Çok uzun süren seromonilerden hoşlanmadığım için karşılama merasimini Çin aksağını ile birkaç kelime söyleyerek bozuyorum. Bu süprizim çok hoşlarına gidiyor. Ve bu kadar kabiliyet ile yaptığım taklide hayran kalıyorlar. Çinliler gülmeyi sever. Hep gülsün isterler. Çoğu zaman sessizliği tercih ediyorlar. Sessizlik sadece değerli şeyler ve meseleler için bozuluyor. 

Derken beni masaya alıp çay seromonisine başladılar. Ben hala tavşan kanı yanında kıtlama ya da reçel sunulacak ince belli bardakta  şöyle yeni demlenmiş çay içeceğimi sanıyorum. 

Ma Jing önüme koca bir su bardağı koyuyor. Bu nerdeyse sürahi boyutundaki bardağı niçin masaya koyduğuna bir anlam veremiyorum. Herhalde çay için değildir diyede içimden geçiriyorum tabi. Sonra bir tutam yeşil otu bardağın içine koyuyor. Benim gözler fal taşı gibi açılıyor. Etraftakiler tatlı tatlı gülümsüyorlar. Bende tabi karşılık vermek için tebessüm ediyorum. Ma Jing ocağın üzerinde ısınan çaydanlıktaki suyu almaya yöneldiğinde Aişe'ye soruyorum. 

-Siz çayı böyle mi demliyorsunuz. ?

-Hayır çayı böyle içiyoruz 

diyor gülümseyerek. Bende başıma neler geleceğini az buçuk tahmin ettigimden acı acı gülümsüyorum. Daha sonra her yudumda acı acı  gülümsemek zorunda kalacağımı bilmeden tabi.

O an, en son İnara'nın yemek davetinde yemekleri bi güzel yedikten sonra salam gibi ince ince doğranmış etlerin at eti olduğunu bilmeden yediğim,  sonrasında ise  yaşadığım mide ağrıları, sabaha kadar istiğfar etmek için her türlü yola teşebbüs edişim filim şeridi gibi geçti gözümün önünden. Acaba şimdi neler yaşayacaktım. Bir yandan tebessüm etmeye devam ediyor bir yandanda başıma gelecekleri düşünüyordum.

İnara;

-Umarim yemekleri beğenmişsindir ?
-Evet şu ana kadar yediğim en güzel yemeklerdi. Özelikle şu salam gibi sardiğiniz inek eti. Bu kadar güzel kırmızı etin buralarda satıldığını bilmiyordum.
-Yok canım annem Kazakistan'dan getirdi. Özel misafirlerimiz olduğunda çıkarırız. 
- Ooo çok onure ettiniz beni...demek Kazakistan'da ki etler bu derece leziz.

Gayet rahat ve tabi bir halde bana

-At eti lezzetli bir ettir...

Demez mi ? 

Benim bütün dünyam başımdan aşağıya yıkıldı. Kaç dakika bilmiyorum öylece donup İnara'ya bakmışım. Kendimi en aşağılık cani gibi hissederek ağlamaklı bir ses ile 

-At benim en çok sevdiğim hayvandır. Ben şimdi at etimi yedim ?

Dedim. İnara yanlış birşey yaptığını anlarcasına

-Özür dilerim biz özel misafirlerimize at eti sunarız,  bilmiyordum 

Diyebildi sadece. Ben mezhebi olarak bu durum için içtihatları düşünürken bir yandan da süte karıştırılmış kanlı birşeyler varmı diye içtiklerime bakıyordum.

Oradan nasıl ayrıldığımı midemin ne hale geldiğini tahmin edin. 

Ma Jing sıcak suyu sürahi gibi bardağa boşalttı. Ben o arada kafama diker su içer gibi yutar gider bu işkenceden de bir an da kurtulur, çay faslını kapatır odama geçerim hesabı yapıyor bir yandanda bu yeşil otun mahiyetini soruyordum. Adı Çin çayı imiş. Aynı zamanda sağlık açısından faydaları varmış. Kendilerine de küçük bardaklarda aynı seromoniye riayet ederek çay hazırladılar. Ben bardakta uzayan ve ağaç yaprağı gibi genişleyen yeşil otları seyrederken içeyim bari diyip sordum.

- Çay kaşığı ve şeker getirmeyi unuttun Ma Jing

Ma O, gülümseyerek o ince Japon  kadınları gibi  narin narin çayın nasıl içilmesi gerektiğini tek tek anlattı. 

-Bizde çay şekerle içilmiyor

E bari şekersiz içeyim niyeti ile bardağa elimi uzattım. Elimi  tutarak

- A hayır şimdi değil yarım saat en az yirmi dakika beklemek gerekiyor 

Dedi. Akşam çayı resmen Çin işkencesine döndü. Bir an önce içip bu işkenceden kurtulmayı düşünüyorum. 

Yirmi dakika dolduğunda  ağzıma aldığım daha ilk yudumda âcımsı tadın bende yarattığı iğretiyi acıya karışık tebessümler ederek örtmeye çalıştım ne kadar zorlasam da olmuyordu.

- Ben galiba şekersiz içemeyeceğim 

Demek zorunda kaldım. Genel çay içme seromonisine aykırı bu duruma Ma O müdahale edip 

-Olmaz 

dedi.

-Neden şeker karışınca zarar mı veriyor yoksa?
-Tavsiye edilmiyor.

Zehirlenmeyide göze alarak

-O zaman az koyarız 

Diyerek Ma O'yu ikna ettim. Seromoniyi berbat etmiştim kızlar üzülmüştü. Son bir gayret derken bardağı anca yarıladım.  Bu arada midemde üçüncü dünya harbi patlak vermişti. 

Bardağın dibinde uzun yapraklara dönüşmüş çayları bahane ederek çayın bittiğini ilk kez Çin çayı içtiğimi değişik bir deneyim olduğunu söyledim. Ancak Ma O çayın bitmediğini ve bitirmek gerektiği uyarısını tatlı tatlı gülümseyerek yaptı. Bunun onlara saygısızlık olacağını düşünerek işkenceye razı geldim. Sonunda çay bitmişti. Ve ben kaçar adımlarla müsade isteyip odama geçtim. Midemi düzeltmek için kaç kase reçel yediğimi hatırlamıyorum. Dilefruz gülmekten yerlerde süründü. Şehnaz da bıyık altından kıs kıs gülüyordu. 

-Gülmeyi bırakın da midemi nasıl düzelteceğiz bir formül düşünün 

Deyince

Mesi 

-Sen hiç Hint Çayı içtin mi? Bizim çayımız böyle yapmaz ! 

Dedi. Bir davet daha geliyor korkusu ile battaniyeye gömülüp "Uyumak istediğimi" söyledim. 


&...


Bir omuzuma konuyor bir tepemde uçuyor, bazen de ağaç dallarına konuyor. Kopardığım çiçekleri elimden gagası ile alıp mağara girişindeki kahve tonlarındaki kaya parçacıklarının üzerine bırakıyor...Ve bana büyük heyecanla Büyük Kral Baba'nın Işık Ülkesindeki meşhur tahtı anlatıyor  Bülbül...

Elimdeki çiçekleri gagasına verip birşeyler yazmak için uzaklaştığımda can havli ile peşimden uçup geldi.

-Ama sen beni dinlemiyorsun sana herkesin merak ettiği ülkeyi anlatıyorum umrunda bile değil. 

Canım sıkkın bir halde

-Umrumda olmaz mı hiç? Niçin burdayım düşünmedin mi?  Sana masal mı anlatıyordum?

-Yoo yo tabiki bunu demek istemedim. Ama oraya gitmek için hiçte istekli görünmüyorsun?

-Bülbül benle dalga mı geçiyorsun?  Görmüyor musun halimi ?

- Eee halinde ne var canım?

-Elbiselerim yırtıldı. Ayağımda bir çok kesik var. Şu tırnağımı ve şunu ?

derken koca gözlerini açarak parmağıma baktı. 

-Bu tirnaklarım buraya çıkarken çıktı. Hem ben artık çok yaşlandım. Eskisi gibi değilim. 

İki kanadını açıp sürekli sevinç halinde çırparak kahkahalar atıp etrafimda dönüp durdu Bülbül...


- Ha ha ha!  Üzüldüğün şeye bak. Işıklar ülkesinde böyle şeyler yok ki!
-İyide sana oraya gidecek halde olmadığımı söylemek istiyorum.
-Bak sen dedin işte 'Niçin burdayım ?" diye... O halde yürümeye devam etmelisin ! Yanlız uyarmalıyım daha yüksek dağlar ve geçilmez ormanlar ve geçitler var ! Değişik değişik hayvanlarda çabas tâbi.
-Yazmalıyım Bülbül beni rahat bırak lütfen...
-Bari şu gözlüğü al.

dedi. Yazıyı yazarken Bülbül tepemde uçuşup duruyordu. Bazen kayalığa konar gibi yapıp ne yazdığımı görmek için abanıyor, ben farkedince kanatları ile oynuyormuş gibi yapıyordu. Sonra kollarımla kavradiğim kağıdı göremeyince de ortaya laf atıp kollarımı çekmemi bekliyordu. 

-Biliyormusun ?
-Neyi? 
-Yildizlar yıldızlara benzer...
-Evet benzerler. 

Bir müddet sonra

- Hadi bitir şunu artıkta ülkemize gidelim. Ne zaman bitecek bu şiirlerin? 
-Bilmiyorum...
-İşiklar ülkesinin her yanı şiir biliyor musun?

diyerek karşıma konuyor. Kocaman  zümrüde çalan gözlerini açıp tebessüm ederek bana bakıyor. Gözlerinin içinde kendimi görüyorum. Sonra mavi kanatlarını açıp 

-Benim gibi yoldaşın olacak! Büyük Kral Babayı görmeyi istemiyorsun demek! Diyerek  bir hışımla karşıdaki ağacın dalına konuyor. 

-Hayir elbette ki Kral Babayı merak ediyorum. Ama bu halde nasıl çıkarım huzuruna ! Hiç anlamıyor musun? Benim gibiler huzuruna çıkamaz ki! Bunun için üzüldüğümü anlamadın mı? 

Uçarak  şiir yazdığım kağıda konuyor, gözlerini gözlerime dikip

-Şu mısrayı bitir. Sonra bak bakalım "Işıklar Ülkesine" nasıl gidiyoruz. 

Birden heyecanlanıyor ve o heyecanla ne yazacağımı unutuyorum. Bir müddet sonra son mısrayıda yazıya döküyorum.

Balığın gözlerinden akan yaşın 
Deryasında boğuldum,
Henüz yüzmeyi öğrenmemiş iken.
Meğer derya ben yüzen oymuş 
Balık O, ağlayan Ben...

Kalemi bırakıp mührü vurdum. Bülbül alıp götürdü. 

Birkaç dakika sonra kanadında bir bohça ile geldi. 

- Bunlarda nedir böyle ?

Deyince söylenmeye başladı . 

-Bana sorana kadar içine açıp baksan ya? Benim bakmaya iznim yok bilmiyor musun?

Bohçanın  düğümünü açınca birde ne göreyim küçük bir kavonozun içinde minik bir mavi balık. Ve bir tane kamış kalem vardı. 

Bülbül'ün telaşı ile yola koyulduk. Önce tepesi karlarla kaplı dağa tımandık. Tırmanan benim tabi o tepemde uçuşup duruyor "Şurayı tut buraya bas!" diye talimat veriyordu. Üç gün sonra karlı dağı aştık. Dördüncü gün dev bir geçide vardık. Her yer karanlıktı. Bülbül ıslık çalarak giderken ben etraftan birşey çıkar diye gözlerimi pür dikkat karanlığa odaklıyordum. Bülbül dikkat deyip gözden kayboldu. Karanlığın içinde yanlız kalmıştım. Birden ense kökümde bir adam bir anda görünüverdi. Gecenin karanlığında buralarda tek başına ne yaptığımı sordu. Bende yürüyüş yaptığımı söyledim. Kendiside benle yürümek istediğini söyledi. Tek başına yürümek istediğimi kimseyi istemediğimi söyleyince dahada ısrarlı bir şekilde  yürümekte diretti. Bir yandan adamı kovmaya çalışıyor bir yandanda Bülbül'ün gelip beni kurtarmasını bekliyordum. Bir kaç adım sonra adam laçkalaşti. Onu ittim. Tam o sırada Aynalı geldi...Öbür adam yok oldu. Aynalı beni tuttu. Ben zangır zangır titreyerek "Vallahi benim suçum yoktu, nerden çıktı anlamadım, yemin ederim ki ittim, yemin ederim !" diye avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Ama Aynalı beni dinlemedi. Bir koyun gibi tuttu bacaklarımdan ve yatırdı yere. Şucsuz olduğumu anlatmam nafile idi. Teslim oldum. Bende derin teslimiyet sukutu içinde bir rahatlık. Aynalı şehadet ve orta parmağını yakın tutarak bir bıçak gibi boynuma tuttu. Hiç korkmadım. Ve sonra parmaklarından ışıklı kılıç çıktı. Onla boynumu kesip kafamı gövdemden ayırdı. Ayaklarıma iki kağıt bırakıp gitti. Ben hüngür hüngür ağlamaya vallahi suçum yoktu demeye devam ederken Bülbül geldi. Sanki ağladığımı görmüyormuş gibi "İlerde orman vardı, bir gidip bakayım. Hayvanlardan hangisi var? Eee sen ne yaptın ?" deyince, ayağa kalkıp iki kağıdı cebime  koyup Bülbüle "Orman ne tarafta?" diye sordum. Bir yandan gözyaşlarımı siliyor bir yandan da karanlığın içinde sinirden uçar gibi gidiyordum. İçimden "Vallahi bir suçum yoktu !" diye tekrar ederken ister istemez gözlerimden yaşlar boşalıyor Bülbül ise tepemde ıslık çalarak sanki hiç haberi yokmuş gibi davranıyordu. Üç gün boyunca karanlık yarıkta yürüdük, dördüncü gün Ormana geldik. Bülbül aman dikkat dedi, "Ormanda konuşan siyah yılanı görünce ona akıllıca cevaplar ver ! " dedi.  Daha önce görmediğim ağaçlar ve meyvalar vardı ormanda. Bazılarını Bülbül ile beraber yedik. Süzülen ışıklar arasında dev ağaçlar sisin ardında kaybolmuş gibi duruyordu. İçinde kanatları her renkten kuşlar uçuyor bazıları bembeyaz ve deniz anası gibi şeffaf uzun kuyrukları ile düğüne giden gelinleri andırıyordu. Uzaktan gelen atların ayak sesleri ve ağaçların arasında kaybolmuş yüksek tepelerden akan şelaleler...sesler birbirine karışıyor ortaya muazzam bir ahenk çıkıyordu. Bülbüle dönüp "Hani söz ettiğin  vahşi hayvanlar nerde ? Onları göremiyorum ?", "Sana değişik hayvanlar var dedim, onlarıda görüyorsun işte!" , "Öyle bir söyledin  ki vahşi ve korkunç sandım ", "Vahşi!" "O vahşi hayvan karanlıkta kaldı", Bülbül yolculuğa çıktığımızdan beri tuhaf konuşmalar yapıp garip davranmaya başlamıştı. Acaba bana tuzak kurmuş olabilir miydi? Bu yolculuğa çıkma konusunda öyle ısrar  etti ki birden O'ndan bile süphelendim. "Peki ya bu konusan yılan nerde ?" , " Oooo sende ne sabırsızsın böyle, ya doğru cevap veremezsem diye hiç düşünmüyorsun da nerede diye soruyorsun? ..."Ne sorabilir ki?" ...derken bir ırmağın içine girdik. Elimde tuttuğum kovanozdaki balığa benzer balıklar ayağımın etrafında geziniyor suyun üstünde çiçekler yüzüyordu...ikinci günü bir ağacın altında dinlenirken kanatları rengarenk kuşlar bize ufak kırmızı çileğe benzer meyveler getirdi. Biraz yedikten sonra uyumuşum. Uyandığımda başımda dev bir yılan tıslayıp duruyordu. Neye uğradığıma şaşırdım. Kalbim korkudan küt küt atıyordu. Kekeleyerek " Sorunu sor hadi bekliyorum " dedim. Yılan bana " Çok cüretkar olduğumu ve sorularının keskinliği karşısında duramayacağımı " söyledi. Gözlerim Bülbülü aradı ve yine ortalıkta yoktu. "Ne kadar keskin olursa olsun hadi sor bakalım " diyerek bekledim. Bu arada ikide bir ayak değiştiriyor korkumu bastırıyordum. Yılan şöyle bir kıvrıldı sonra olduğu yerden kulaklarıma kadar geldi önce tıslayarak durdu. Uzun çatallı dilinin kırmızılığını gösterdi ve bana "Senin bütün gün bir deli olduğunu düşündüm" dedi...bende usulca kulaklarına yanaşıp boynunu tuttum yılan gibi fısıldayarak "Çünkü ben Allah'ın söylediğine inandım" dedim. Yılan yüzüme bakıp tebessüm etti. O zaman doğru cevabı verdigimi anladım. Sonra hiç oralı değilmiş gibi salına salına gitti. Bir anda başımda Bülbül dönüp durmaya başladı. "Hadi çabuk ol ! Kapı göründü şimdi geçmeliyiz" diyerek elimden tutup beni uçurdu. Öbür elimde kavanoz içinde balık uçmanın şiddetinden sarsılıyordu. Bülbül "Ateş" nehrinin üzerinden geçeceğimizi gözlerimi kapatmamı yoksa yukarı yükselen dalgalardan​ korkabileceğimi söyleyince gözlerimi kapattım. Bir süre sonra ayaklarım aşağıdaki sıcaklığı hissetmeye başladı ben elimdeki kavanoz düşmesin diye onu sıkı sıkı tutmaya çalışırken Bülbül bu sefer dev buz kütlelerin içinden geçeceğimizi ve gözlerimi kapatmaya devam etmem gerektiğini söyledi. Üşümeye başladım. Elim kavanoza yapıştı. Bülbül ise ne ateşten nede soğuktan etkilenmiş gibi değil, gözlerim kapalı iken kanat seslerini duyuyorum . İki gün süren yolculuktan sonra beni ceylanların otladığı bir şelalenin önüne bıraktı. Nefes nefese kalmış derin soluklar almaya başlamıştı Bülbül. "İyi misin ?" diye sorduğumda tek kaşını kaldırarak " Bu neki bizler neler gördük" dedi. Elimdeki kavonuzu yanıma bırakıp bir kayanın üstüne oturdum. Otlayan ceylanları seyrederken birden tiz ve dolgun bir sesin hızla bana yaklaştığını hissettim arkama dönmem ile başlığı öküz boynuzu olan ve kıllı hayvanların derilerini elbise gibi giymiş siyah bir atin üzerinde hızlıca at koşturan geniş omuzlu bir adamın bana doğru ok attığını gördüm. Sonra kalbime doğru sert bir cismin girdiğini hissettim . Elime kalbime götürdüğümde ok kalbime saplanmıştı. Derin bir acı hissettiğimi hatırlıyorum. Gözlerimi açtığımda sessiz sessiz akan bir ırmağın üzerinde yüzüyor buldum kendimi. Bülbül suyun kenarına gelip çiçeklerle bezenmiş bir ipi bana atıp "Tut" dedi. Beni yavaş yavaş çekip toprağa uzattı. O'na bana ne olduğunu sordum. Her zamanki gibi tek kaşını kaldırıp zümrüt yeşili gözlerini bana dikti. Gözlerinde kendimi aynada seyreder gibi seyrediyorum. O ben miydim ? Bu nasıl bir güzellikti böyle. Bülbüle "O ben miyim?" diye sordum, gagasını hafif yana kaydırıp sana burda öyle şeyler olmaz dememiş  miydim?" dedi. Elimden tutup kalbimin üzerindeki anahtarı almamı söyledi. Kalbime baktım üzerinde mavi kelebek vardı. Onu alıp şelalenin arka tarafına geçmemi söyledi. Şelaleyi bir perde gibi iki yana açtım. Karşımda koca bir dağın etekleri duruyordu. Anahtar kelebeği dağın içindeki oyuğa yerleştirince birden kapı gibi açıldı. Açılır açılmaz aralıktan sızan şiddetli ışık gözümü kamaştırdı. Ellerimle gözlerimi kapadım . Şiddetli ışığın bana çarpan dalgalarını hissedebiliyordum. Sonra bir el elimi tutup bana melakuti bir sesle hoşgeldin dedi. Bu sesi tanıyordum. Ellerimi indirdiğimde karşımda mavi peçeli boyu iki metre olan şölende beni karşılayan genç adam duruyordu. Sonra ellerimi tutup beni her yerin Işıl Işıl parladığı Işıklar ülkesini gezdirdi. Daha sonra asma bahçeler arasında yolunun altınlarla döşendiği Kral babanın tahtına doğru gittik. Kral baba tahta oturmuştu. Belkide ikiyüz yaşındaydı. Bembeyaz pamuk gibi saçları ve sakalları vardı.  Mavi Peçeli beni Kral Babaya takdim etti. Önünde dizlerimi kırıp elimi kalbime götürüp selam verdim. "Ooo dedi  büyüyünce pekte...."

&...


Süryanice, GLAS-Çatık kaş. “Basiretli. Düşünen”: 1091: RAMAZAN… DEVAÎ-Bâtından, içten gelen bir duyguyu teşvik edici hâlât: 91: BEDİA-Nadide ve güzel, yeni icâd edilmiş şey. Beğenilen ve takdir edilen çok yeni şey… NAM-İsim, ad. Lâkab. Ün, şân. Vekillik. Adres. (Adras-Dişler. Arka dişler: 1062: Mehdi): 91: CEZZAF-Ağ ile balık tutan balıkçı… Süryanice, CAHYE HUGBO-Kalın kaş: 1044: DERVİŞ MUHAMED 442 mührü... COBUTO HUGBO-Kalın kaş: 1441: TEM-Süryanice, “İkiz doğmak”… Süryanice, BORUYO D’LO MELTO TEVORİYAS-Kelimesiz düşünmek Yaradanı: 1441: KISAKÜREK… HABRO DA’QROBO-Süryanice, “Savaş arkadaşı”: 1441: SALİH MİRZABEYOĞLU… Arnavutça, VRER VETULLAT-Kaşlarını çatmak: 1281: NAKA-İ SALİH. (1)

*


KÖKLER isimli eserimden, DEDİ Kİ: “Bir yerde olan, her yerdedir; her yerde olan, hiçbir yerdedir!”
*
Süryanice, HAD B’ARCO, ŞKİB B’KUL DUK, U’LO B’DUK-Bir yerde olan her yerdedir; her yerde olan, hiçbir yerdedir: 959: U’LO B’DUK, ŞKİB B’KUL DUK, HAD B’ARCO-Hiçbir yerde olan, her yerdedir; her yerde olan, bir yerdedir… Süryanice, QEŞAT ROMO-Gökkuşağı. “Kök kuşağı”. (Arabça, Kavs-i Kuzah-Gökkuşağı. Ebem kuşağı: 1281: Naka-i Salih-Salih Aleyhisselâm’ın mucizesi… Berf-Güzel söz. Kar. Asker: 281: Magrem-Aşık. Borçlu. Bir şeye çok düşkün, haris kimse): 959: VARİS KUMANDAN… HUNPAŞ-Kan döken, kan saçan. (Seffah-Güzel konuşan. Kan döken, can alan: 149: Sefh-Dağ eteği): 959: MAHZURE-Kavga, cidal, çekişme. Muharebe. (Mahzure: Mah-Zur… Mah: Ay. Kamer… Zur: Güç, kuvvet)
*
Süryanice, U’LO B’DUK-Hiçbir yerde: 1153= 154: İNSANÎ HAKİKATİN BERZAH RENKLERİ-Ahlâk, suret, sıfatları… ÜL’ÜBAN-Oyuncu. Aktör: 154: MEHDÎ MUHAMMED. (Elif-Bu harf, Allah’a işaret eder, Mertebesi ve Kamer menzili yok: 121: Vacans-Lâtince, “Bomboş”… Lâtince, Vacans Tradito-Bomboş Devir: 1153= 154: Elif Tradito-Lâtince, “Elif Devri”; Allah’ın Yaratıcılığından beklenen… Süryanice, Menyono-Devir: 1153: Favus-Lâtince, “Petek”; varlık alıcısı şekil… Üstadım’dan: “Sen fikir kadar güzel / Ve tek, birden daha tek / Itrını süzmüş ezel / Bal sensin, varlık petek!”… Lâtince, Favus-Kellik: 1153: Şaliluto-Süryanice, “Hükümdar”… Akra’-Başı kel olan. Çıplak dağ: 371: Mehdî Mirzabeyoğlu… Arnavutça, Tullac-Kel. “Çıplak dağ”: 470: Ahmed Necib Fazıl Kısakürek… Çıplak Dağ. “Arvas. Va’n: Sığınılacak yer. Ot yetişmeyen taşlı ve sert arazi”: 1151: Mehdî Muhammed)
*
Süryanice, ŞİKİB B’KUL DUK-Her yerde bulunan: 2580: HALİD MAHZUMOĞULLARI. (Süryanice, Magon Maşlbonuto-Bomboş Devir. “Fütuhî hikmet devri”: 1976: Mahzumoğulları… Seyyid Abdülhakîm Arvasî Üçışık: 1976: Necib Fazıl… Hâlid: 635: Salih İzzet… Aynı ebced ve noktalı harflerle, Rahman Sûresi’nin 19. âyeti)… Katalan dilinde, CİNE CENS-Beşyüz. (Süryanice, Claymoit-Genç olarak: 1500: Salih İzzet Mirzabeyoğlu… Süryanice, Estaqbel-Olmak. “İstikbal”: 500: Kazez-Pire. Sıfır. Nokta. Zirve. Şahika… Rüyâda gelen mânâ; Muhyiddin-i Arabî Hazretleri, bir yazısında “Bit ve Pire hakkında en çok yazan odur!” diyor; benim için… Yevmiye: İstikbal İslâmındır! Ne güzel bir mevzuun var!): 580: NESL-Kuyudan toprak çıkarmak. Sadaktan ok çıkarmak… NESLİHAN-Nesli-Hân: 1231: EBU BEKİR. (R.A)… GEVARE-Beşik. “Döşek. Mehd”. Kivare; petek: 1232: VAHDET-ÜL VÜCUD + VAHDET-ÜL ŞÜHUD. 

Süryanice, HAD CAL ARCO, ŞKİB B’KUL DUK, U’LO B’DUK-Bir yerde olan, her yerdedir; her yerde olan, hiçbir yerdedir: 1990: MUZA’AF-Bir kat daha artmış. Bir o kadar daha çoğalmış… HAŞİF-Keskin kılıç. (Fely: Keskin kılıç. Şiirin ince mânâlarını çıkarmak. Bit toplamak): 990: TEŞRİF-Yüksek yere çıkmak. Bir yere buyurmak. Şereflendirmek.

Şatranc-ı Urefa’nın 77. Kabı, KEREM-İhsan ve inayet: 1260: MENSAF-Her şeyin yarısı. (Süryanice, Sürac-İkiye bölme. Nasfet; insandaki fıtrî adalet hissi: 264: Ezheran-Ay ile Güneş… Süryanice, Satar-İkiye ayırma. “Kesme. Derinleştirme”: 662: SATAR-Muhafaza etmek… Keramet-Veli’nin Allah indinde makbul olan olağanüstülükleri. Aslında velinin hâli keramettir. Keremler, inayetler: 662: Stare-Lâtince, “Ayakta Durmak”… Kendisinden niçin az keramet sadır olduğu sorulan Şah-ı Nakşibend Hazretleri, “Bunca yükün altında ayakta durmaktan büyük keramet mi olur!” buyuruyor… Aynı ebcedle, İdam-ı Nefs)
*
Süryanice, HNONO-Kerem. “Faal. Balta sapı; derin kestiren kuvvet vasıtası: 120: ELF-Bir sayısının ismi. “Bin adet şey vermek ve ünsiyet etmek” mânâsında kullanılır. (Kamer menzillerinin bütün mertebeleri ile ünsiyet hâlindedir; Allah’a işaret eden “Elif”in tahfifi, hafifletilmişidir… Ebcedi: 1000= 1… Şahsî-Şahsa âit, şahsa mahsus, şahsa dair. Kişi ile alâkalı: 1001: Arz-Erz. Toprak. Yeryüzü. Zemin. Dünya. Memleket. Küre. İklim. Hayvan bedenlerinin ayak tabanı… Arab harfleri’nin ebced toplamı: 5995: Mahzumoğulları… Aynı ebcedle Mahzum Mirzabeyoğlu… Süryanî alfabesinin harflerinin ebced toplamı: 1495= 496: Li Küllî Emrin Fehîm-Manzur-u Nazar-ı Piran-ı Kiram. “Allah Sevgilisi’nin ruhaniyetinin varisi Veli’nin mühründeki yazı; Abdülkadir Geylanî Hazretleri’nin, rabıtada müridine bildirdiği ve yaptırılmasını emrettiği”… Li Küllî Emrin Fehîm: 496: Derviş Muhammed-442 mührü. “Küçük ebcedle”… Manzur-u Nazar-ı Piran-ı Kiram-Esseyyid Abdülhakîm Arvasî: 2777: Derviş Muhammed Semerkandi, büyük ebcedle)(2)

*

Süryanice, TLO-Gençleşmek: 436: TELECCÜC-Geminin, denizin derin yerine varması. (Üstadım’dan: Gittim gittim denizin / Derin yerine vardım / Hâlin bana da geçsin / Diye ona yalvardım!)… Arnavutça, LOT-Gözyaşı. “Dua”: 436: LOT-İngilizce, “Kısmet”… Süryanice, TLO-Takmak. “Çengel”. (Süryanice, Zodoqo Ağfa-Hakikat aşkı: 1121: Elif-Allah’a işaret eder. “Allah, kâinatı bir aşk ânında yarattı ve kuluna hakikat aşkını veren de O!”… Hemze-Elif harfinin tahfifi, hafifletilmişi; Allah’ın “Mübdi’-Güzel Yaratıcı” ismi, İlk Kalem mertebesi, Kamer menzillerinden “Seretan-Yengeç, Nath-Tos vuran hayvan, başvuran”a işaret eder… Nun harfi, Allah’ın Nur ismi, 4. Sema mertebesi, Kamer menzillerinden Simak’a işaret eder; Balıklar, Parlak yıldızlar, İki parlak yıldızdan biri, birşeyi kaldıracak Alet’e): 436: TLO-Süryanice, “İpe Çekmek”; idam-ı nefs… Süryanice, QTAL-Öldürmek; ölmeden ölen velinin her hâli keramettir ve varisi olduğu Nebi’dendir: 436: TUHOYO-Süryanice, “Mucize”… Süryanice, YARHO D’İYOR-Mayıs Ay’ı: 436: ŞUHLOFO-Süryanice, “Değişim”.
*
Boşnak dilinde, OMLADİNA-Gençlik: 132: İSLÂM… KALB: 132: SALİB-Heybetli. “Anter”… Boşnak dilinde, PODMLADİTİ-Gençleşmek: 507: PODMLADİTİ-Gençleştirmek… Süryanice, HUBO DA’CLAYMUTO-Gençlik Aşkı: 523: KELİME-İ TEVHİD… HIRKA-İ TECRİD: 523: İSTİNBAT-Bir söz veya işten gizli mânâyı ortaya koymak. (Yevmiye: Bir söz fetheder beni!)… Süryanice, ZAVCO DA’CLAYMUTO-Gençlik hareketi: 524: ÇİSTAN-Bilmece, muamma. (Üstadım’dan: Ben kimim ve bu hâl neyin nesi? / Yetiş, yetiş ey sonsuz varlık muhasebesi!)… EHADİS-Hadîsler: 524: TEDMİ’-Gözyaşı. “Dua”… HADÎS: “Şu hadîste toplanmış tüm hikmet ve tüm gerçek / Hesaba çekilmeden, kendini hesaba çek!”. (Üstadım’ın, “ikimizin şiirlerini yazıyorum, bayılacaksın” dediği 1983 Noktamalarından biri)…

HADÎS: “Ben Rabbim’i üzerinde kırmızı tüylü Hulle olan bir genç suretinde gördüm!”
*
Kırmızı renk, ism-i celil olan “Allah” isminin nuruna işaret eder; O’nun bütün isimlerinin tuğrasına… MİV-Kıl. Tüy: 56: MÜBDİ’-Herşeyi hiçten halkeden. Başlayan. Gizli sırları açıklayan. (He harfi, Allah’ın “Mübdi’” ismi, İlk Kalem mertebesi)… BENO-Nasihat: 56: MÜJDE… MUCEZ-İcâz yoluyla. Kısaca: 56: YEVM-Gün. Sene. Asır. Yüksek yer…
HULL-Dost: 630: İŞRİN-Yirmi. (Rüya’da gelen mânâ; Üstadım’ın okurken benim yazdığım olan “20 Sene Beraber” isimli bir eseri var. 10 cilt olması plânlanmışken, 1. ciltte kalan)… TENSİF-İkiye bölmek: 630: NISFİYET-Yarımlık. Yarı yarıya bölmek. (Nısfet: Bir şeyin yarısını almak. Hakkaniyet. İnsanların, kanunların şümulüne girmeyen hakları temin ve ifasına zorlayan fıtrî adalet hissi… On-Nokta, zirve: 56: On-Nokta, zirve… Hakk’ın Hak üzere kâimliği!)… HULLE-Dostluk: 635: SALİH ERDİŞ… HALİD-Sonsuz, ebedi, daimi: 635: RAHMAN SURESİ’NİN 19. Ayeti. “Meâli: Allah, kabaran iki denizi salmış birbirlerine kavuşuyorlar”, Noktalı harfler ebcedi.(3)

*

ADDAR-Denizci, gemici taifesi. “Fikir ve ilim erbabı”: 275: SERİYYE-Düşman üzerine gönderilen süvarî müfrezesi. (Nefs, tezkiye’ye, ruhanîleşmeye mecbur; ruhun antitezidir… Bu mânâda bir Veli sözü: “Dünya’dan öcümü almadan gidersem, gözüm açık giderim!”… “Kâinat insanda toplu” hakikatini de hatırla!)… SATUR-Büyük bıçak. Satır. “Derin kesen, derinleşen”: 275: PERVİZEN-Elek. Kalbur. “Eleyen, süzen”; tecrid. Külleşen… Süryanice, ZUNORO-Kemer. Köprü. İcâd: 275: HAGOROYUTO MQABLUNO MESTAKLONUTO-Süryanice, “İslâma muhatab anlayış”… Süryanice, NAHİRO-Işık. “İlim”: 275: SAHRO-Süryanice, “Kamer. Ay”. (Ay, Allah Sevgilisi’ne teşbih edilir… Yengeç Burcu, unsuru Su, tabiatı Soğuk-Nemli, türü Hareketli-Dönüşen, değişen, vücutta tesir yeri Göğüs-Karın, cinsiyeti Dişi; ışığını Güneş’ten alıp, aksettiren, simya’da “Çözme, deberan ettirme; yeni bir forma intikal için” safhası… Bütün Kamer menzilleriyle ünsiyet hâlinde olan ve Yaradan’ın tuğra ismi Allah’a işaret eden Elif harfi’nin “tahfifi-hafifletilmişi” Hemze; Allah’ın “Mübdi’-Güzel Yaratan” ismi, İlk Kalem mertebesi ve Kamer menzillerinden “Seretan-Yengeç”e işaret eder!)… Fransızca, LE BERİER-Koç Burcu; “unsuru Ateş, tabiatı Sıcak-Kuru, yıldızı “Merih-Mirruh”, türü Hareketli, vücutta tesir yeri “Kafa-Beyin”, simya’da “Kül etme” safhası. (Fürfür-Besili Koç: 566: Seyyid Abdülhakîm Arvasî… Üstadım’dan bir Noktalama: Allah, Resul aşkıyla, yandım, bittim kül oldum / Öyle zaif düştüm ki, sonunda Herkül oldum!): 275: LAUREOLA-Lâtince, “Zafer”… Süryanice, QRAQSO-Karga. “Ölüm habercisi”; zamanın maksatlılığı ile ilgili. (Keraker-Karga. Kuzgun. “Ululuk rengi”: 441: Miat-Yüz. Yüz sayıları… Kısakürek: 1441: Salih Mirzabeyoğlu): 1274= 275: QAYTUNO MİTİTO-Süryanice, “Ölüm Odası”… Süryanice, SBORO-Fikir: 1274: SHARE-İngilizce, “Aksiyon”… FİKİR KAHRAMANI: 706: AKTÖR-Yapıp eden; ilim ve fikri temsil eden, oynayan… ESERE-En güzel eşyayı kendine ayıran kimse. “Güzel, doğru ve iyi’nin külliyeti ile ve külliyeti için”: 706: CEZZAB-Çok cezbedici. Tasarruf edici. (Li Küllî Emrin Fehim-Manzur-u Nazarı Piran-ı Kiram: 496: Derviş Muhammed-442 mührü, en küçük ebcedle)… RÜMLE-Siyah hat. “Kuşak. Şerit. Bağ”. (Levha: 14 Ocak 1977… Ansiklopedi büyüklüğünde, cildi siyah renkli ve onun üzerinde parlak siyah bir kâğıttan kuşak çekilmiş bir kağıt… Sözkonusu kuşağın üzerinde de, benim ismim yazılı; kırmızı renkli… Esfar-Büyük kitablar, ciltler. Seferler, yola gidişler. Düşmana karşı akınlar: 342: Sema’-Yüce, yüksek, ulu, âli… Siyah renk, Zuhal yıldızının sembolüdür; Oğlak Burcu, unsuru Hava, tabiatı Kuru-Soğuk, türü Hareketli, yıldızı Zuhâl, vücutta tesir yeri Dizler-Ek yerleri, cinsiyeti Dişi, simya’da Mayalandırma safhası… Siyah renk, Allah’ın “Kayyum” isminin nuruna işaret eder… Kırmızı renk, “Merih-Mirruh” yıldızının sembolüdür; Allah isminin nuruna işaret eder ve bu sebeble kırmızıya, “Celâliyye” denir): 275: EDRA’-Vücudu beyaz, başı siyah olan at. (Cevn-Siyah. Beyaz: 59: Mehdî… Nebez-Lâkab. “Kumandan”: 59: Havme-Tasarruf dairesi… Tasarruf: 2777: Manzur-u Nazar-ı Piran-ı Kiram… Cem-i Ezdad-Birbirine zıd olan şeylerin bir arada bulunması: 1923: Cumhuriyet’in Kuruluşu… Yevmiye: “Beni Cumhuriyet neslinden sayabilirsiniz!”… Süryanice, Cbad Eştoro-Kontrola Bağlı. “Üstadım”: 1923: Cesrin Şato Maktoit-Süryanice, “20 Sene Beraber”; Efendi Hazretleri’nin vefatı 1943… Süryanice, Msayluto-Yangın. “Yevmiye: Memleketin hâline baktığım zaman, ortalık bir yangın yeri hâlinde görünüyordu gözüme!”: 923: Mqadmut Hzoto-Süryanice, “Basiret, ihtiyat, tedbir, önceden görme”; feyz eseri. 1943 senesi, Büyük Doğu’nun doğumu; kontrola bağlı… Ve rüyâ’da gelen mânâ; “Her hafta gelip, kontrol edeceğim!” diyen Üstadım… Süryanice, Mşalto-Hükümdar: 1777: Tasarruf)(4)


NESLİHAN DAĞCI







(1)Salih Mirzabeyoğlu Ölüm Odası B/Yedi: Arvasi (Ve Biz Naka-i Salih)

(2)Salih Mirzabeyoğlu Ölüm Odası B/Yedi: Elif Devri (Bomboş Devir)

(3)Salih Mirzabeyoğlu Ölüm Odası B/Yedi: Gençlik (Hakikat Aşkı)

(4)Salih Mirzabeyoğlu Ölüm Odası B/Yedi: Kabiliyet  (Başarı ile Neticelenme)



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Kim, Kim"dir -Horuzun Öttüğü Vakit - (2.Bölüm)

Günümüz Müslümanlarının en büyük problemi Hz.Mehdi asm var mı yok mu düşüncesi. Kur'anı Kerimi aklı ile anladıktan sonra ''Peygamber''e de luzum bırakmayan bir topluluk için elbette ''Melhameler'' yani meydana gelen hadiselerin bir önemi yoktur.  Tıpkı ''Meteryalist'' kafadakilerin bunlar ''Metafizik'' saçmalıklar diyip kestirip atması gibi. Peygamber''e luzum ve ihtiyaç bırakmayan yani ''Peygamber''siz İSLAM, daha doğrusu ''Diyalogçu'' zihniyetindeki adamlara aradan ''Peygamber''i çıkardığında İSLAM'da kalmaz dediğinde ''aval, aval'' suratına bakar. Bir kişinin ''Müslüman'' olması ancak ve ancak ''Peygamber''e BİAD ile mümkündür. Kur'anı Kerimde ''Allah ve Resulüne'' itaat emri bunlara uğramamıştır. Peygamberi aradan çıkardığında ''ŞERİAT''e kalmaz. ŞERİAT Peygamber a...

GÜNDEM MAK-ARASI

KIY-AMET  / GÜL-MEZ Sayın Okuyucular Bugünlerde her ne yazsam gündem öyle bir hızla değişiyor ki ne diyeceğimi ne konuşacağımı şaşırıyorum. Sanki bütün dünya birleşmişte beni yalancı çıkarmak için uğraş veriyor. Tam bir -BAŞ-MAKALE yazıp ünlü olayım diyorum, bi bakıyorum bir anda gündem değişiyor. Benim dediklerim çöpe gidiyor tabi. Şimdi nerden çıktı şu Mescid-i Aksa ? Ne güzel konuşuyor yazıyor çiziyor size de bal gibi okutuyordum. Ben ne talihsiz adamım hiç mi hayatımda bir gün bile yüzüm Gül-meyecek ! Anam adımı Tayip Gülmez koymakla bana kötülüğün en büyüğünü etmiş mi oldu şimdi? Gerçi anamın ne suçu var  Dünyada  artık öyle şeyler oluyor ki, kim olursa olsun YALAN söyleyen herkesi hiç abartısız ANLINDAN mıhlıyor. Ve söylediklerini boşa çıkarıyor. Ne kadar PUTU dikilmiş heykel varsa bir bir yıkılacak bir zaman diliminin içine düştük sanki. Bende kalem sallayan halkın aklına üfleyen bir sanatkar olarak galiba böyle bir PUTSAL duruşun yı...

AYASOFYA

'Beytu'l-Makdis'in imarı Yesrib'in harabıdır. Yesrib'in harabı melhamenin (savaşın) çıkmasıdır. Melhame İstanbul'un fethidir, İstanbul'un fethi Deccal'in çıkmasıdır!' buyurdular. Sonra elini (Resulullah), konuşmakta olduğu kimsenin (yani Hz. Muaz'ın) dizine vurdular ve: 'Bu söylediğim kesinlikle hakikattir. Tıpkı senin burada oturman hak olduğu gibi.' buyurdular." Hz. Muaz burada kendisini kasdetmektedir. (Yani Aleyhissalâtu vesselâm'ın konuştuğu ve dizine elini vurduğu kimse Muaz İbnu Cebel (radıyallahu anh)'dir.)" [Ebu Davud, Melahim 3, (4294). Beytu'l-Makdis, Mescidu'l-Aksa denen Kudüs şehrindeki mukaddes mesciddir. Bugün orada "Süleyman Mabedi inşası için kazılar yapılıyor, Mescidin altı oyuluyor. Orada yaşanacak bir çökme veya bu kazı çalışmaları yeniden imar anlamına gelebilir. Kudüs'ün başkent ilan edilmesi bu işlemin hızlandırılması anlamına geliyor olabilir. Yesrib, Medine-i Münevv...