Ana içeriğe atla

YAĞMURCU (10)



Sokaktan gelen at nalının sesi ile birden dikkatim dağılınca odamın penceresine yöneliyorum. Her ne kadar yurdun etrafını saran uzun duvarlardan göremeyeceğimi bilsem de, daha net duyabilme umuduyla camı aralıyorum.

Gecenin karanlığında ses gittikçe uzaklaşıyor. Ay ışığının aydınlattığı yurdun bahçesinde birden ''Mino''yu görüyorum.

Öylece oturmuş gökyüzünü seyrediyor. Saat üçü geçmiş. Hemen bahçeye inip ''Mino''ya ne olduğunu sormak ihtiyacı hissediyorum.

-Selam Mino
-Selam Canem
-Neden bu saatte burdasın, uyku mu tutmadı yoksa?

Bütün üzüntüsü yüzüne vuran ''Mino''ya bunu sormak bile belki o an için yanlış.
Başını eğiyor, nemlenen gözlerini benden kaçırarak... O an hepimizde zaman zaman oluşan o derin duyduğunun ağırlığı altında olduğunu hissediyorum. Ve belkide teskin olur diye ona Afganlı Zehra'yı anlatmaya başlıyorum.

-Sen O'nu tanıma imkanına kavuşamadın. Birkaç ay önce burdaydı. Hemen hemen iki günde bir Zehra'nın bütün yurdun duvarlarını aşağıya indiren ve bizleri ölmekten beter eden ağlama seslerini duyardık. Ve ne yapacağımızı bilmeden ağlamasının O'nu rahatlatacağını düşünerek bazen bizlerde gizli gizli ağlayarak O'na eşlik ederdik.

-Neden ağlıyordu peki?

-Filmlere konu olacak bir hikayesi vardı. Tıp okuyabilmek için buralara gelmek zorunda kalmıştı. Afganistan'da bayanların okuması yasaklanmış o da annesi ve iki kardeşini bırakarak uzun ve zorlu bir yolculuktan sonra buraya ulaşmış. Yolculuğu esnasında külüstür otobüs bozulunca yüksek dağların yamaçlarında yürümek zorunda kalmış. Bazen donma tehlikesi geçirmişler. Bazen aç kalmışlar. Bütün bu meşakatli yolculuktan sonra buraya ulaşabilmiş. Ağlıyordu çünkü annesini ve kardeşlerini özlüyordu. Onlardan kopmak buralara gelmek, okuma aşkı uğruna çektiği eza üzerine birde ailesinden ayrı kalması O'nu baya etkilemişti. Bir gün böyle ağlarken başını sıvazlayıp ''Ağla Zehra, rahatlarsın !'' diyerek O'nu teskin ederken O'nun için hayatın gerçekten ne kadar zor olduğunu anladığımı hissettirmeye çalıştım. Ve O'na şunu dedim. Bu kadar zorluktan sonra ''Dayanmalısın!'' ve zamanla alışırsın tüm yokluklara...''Ağla Zehra ağla !''...

Mino hikayeyi dinledikten sonra galiba kendini Zehra'dan daha şanslı hissetmiş olacak ki, rahatlayan surat ifadesi birden değişiverdi.

-Biliyor musun? Bizde halk olarak çok acılar yaşadık. Benim dayım Moro Ulusal Kurtuluş Cephesinde sorumluydu.

-Gerçekten mi?

-Evet ben yiğeniyim. Dayımı hapise attılar. Yıllardır orda.

-Bunu bilmiyordum. ''Mesi''yi tanıyorsun değil mi? O'nun da amcası ''Keşmir '' hareketinin liderlerinden. Şimdi seni ve Mesi''yi tanımaktan daha çok mutlu oldum.

Evet dünya çok küçüktü...Gazetelerden, tvlerden duyduğum hareketlerin liderlerinin akrabaları ile aynı yerde bulunuyordum. Bu tuhaf aynı zamanda beni mutlu eden bir havaya sokuyordu. En azından böyle insanlarla bir arada olmak imkanına kavuşmuştum.

Mino'ya dönüp,

-Neler yaşadığınızı biliyorum...Sana Zehra'nın kısa hikayesini anlatırken anlatmak istediğimi anladın değil mi? Bizler başarmak zorundayız...Duygularımızın acılarımızın esiri değil onları amaç ve gayelerimizin esiri edersek herşeyin üstesinden gelebiliriz. Dayının niçin mücadele ettiğini düşün...ve şimdi nerde olduğuna bak !

-Evet haklısın, Filipinlilerin yaşadığı acı karşısında benim özlemim ne ki! İster istemez aile özlemi yaşıyoruz ama bunun yoğun tesiri altında kalarak, başarısız olmamıza neden olmasına, dediğin gibi izin vermemeliyiz !

-Anlaştığımıza göre sana bir çay ısmarlayayım.

-Hazırda taze çayın varsa hayır demem tabi...

İki bardak çay ve yanında taş gibi kıtlama şeker ve biraz reçel ile bahçeye geri döndüğümde ''Mino'' artık gülümsüyordu. Çay keyfi esnasında ''Mino''dan ''Mindanao'' adasının ''ulusal kurtuluş mücadelesi'' hikayesini dinledim.

Ertesi gün bütün yurtta kızların geceleri duvarlarda görünen bir erkek gölgesinden  söz ettiğini duydum.

-''Ben tam mutfağa giderken duvardan içeri seyrettiğini gördüm.''
-''Merdivenleri çıkıyordum bi baktım bir kafa içeri seyrediyor.''
-''Yüzünü görmedim, karanlıktı ama duvarın üstündeydi, gördüm.''

Hemen hemen 6-7 kişi gördüğüne emindi. Acaba halüsinasyon  mu görüyorlardı? Emin olmak gerekiyordu. Eğer gerçekse bu ülke sık sık tekrarladığı ''kurallara uyma'' zorunluluğu etrafında savurduğu saçmalıklarına ''uymamak'' gibi bir suç işlediği için biz ''yabancı bayanlara'' karşı suç işliyordu.  Bunun için gören herkese akşam odamda toplantı olacağını bu durumu konuşacağımızı neticeye göre tavır alacağımızı bildirdim.

Odamın ortasına bir sofra bezi serip gelen kızların hepsini etrafına oturttum. Tanzanyalı Fatma;

-Ben çekirdek getireyim, hazır sofra bezi açılmışken çıtlatırız

dedi.

-Bende Meyve getireyim, konuşurken yeriz dedi Azeri (?) kızı

Herkes yerini aldıktan sonra;

-Şimdi herkes nerede ne şekilde gördü bu erkeği anlatsın lütfen.

Tanzanyalı Fatma;

-Ben odama gidiyordum birden duvarda siyah bir karartı gördüm. Dikkatlice bakınca erkek olduğunu anladım.

Azeri (?) kızı

-Banyonun havalandırma boşluğundan gördüm, duvarın üzerinde izliyordu.

Kızlarla beraber hepimizin gözü fal taşı gibi açıldı.

Onlara;

-Kaç günden beridir bunu fark ettiğiniz? diye sordum...

Özbek Dilefruz

-İki gün oldu evet iki gün önce gördüm ben

Brezilyalı Andrian'i

-Bende dün gördüm

Gürcistan'lı Talia

-Bende dün görmüştüm

diyince

Tanzanya'lı Fatma atıldı hemen

-Ben eminim gördüğüme siyah bir karartıydı.

Fatma'nın ''siyah'' karartı ısrarı üzerine kızlara sordum

-Sizce beyaz mıydı zenci miydi kızlar?

Fatma ''siyah'' diğerleri ''beyaz'' konusunda ısrar edince bazıları da göz göze gelebilecek ihtimallerden söz edince ortalık biraz karıştı. Herkesin halisünasyon görme ihtimali olmadığına göre duvardan geceleri ''kızları gözetleyen'' biri olduğu kesinleşmiş ancak bu şahsın ''Siyah'' mi ''Beyaz'' mı olduğu netlik kazanmamıştı.

O ara sofranın ortası çekirdek kabukları ile dolmuştu. Fatma'ya

-Keşke çekirdek getirmeseydin

dedim.

-Tabi ye ye bitmiyor değil mi? Biz buna Tanzanya'da ''Şeytan Tesbihi'' diyoruz...çek çek bitmiyor.

Bir anda hepimizi bir gülme aldı, o korku yerini neşeye bırakmış Fatma'ya dönüp

-Ne güzel bir benzetme ''Şeytan Tesbihi'' gerçektende eline aldığında düşüremiyorsun.

dedim.

Derken konuyu sonuca bağlayıp, bize yapılan bu saygısızlık hakkında yetkililere hesap sorma kararı alıp durumu güya yetkili olan şahıslara ilettik. Başlarından aşağıya kaynar su dökülmüş gibi

-Ama bu nasıl olur mümkün değil

dediler.

-Bir kişi değil 6-7 kişi aynı şeyi görüyor. Bir kişi olsa idi tamam derdik, göz kayması şu bu. Ama banyonun içine kadar göz göze gelecek kadar görenler olmuş.

-Yoo yoo bu ülkede bu tür şeyler mümkün değil.

-Gerçekten mi? Bakın bayan Raziki tam burda beni gülme tutacak. Bu ülkede sizde biliyorsunuz ki, sizin kurallarınıza siz bile uymuyorsunuz !  Geçen gün casusunuzun ne yaptığını anlatayım mı?

diyince, suratı kıpkırmızı kesilip arkasına döndü...

-Tamam tamam ilgileneceğim...

-Lütfen, yoksa burda olacak şeyden biz sorumlu olmayız !

Casus dediğim Edebiyat Fakültesinin siçan suratlı bir tipi...Kazma dişli ayaklı muhbir. Razikiye biz yabancı öğrenciler hakkında sürekli bilgi aktaran. Burda oturdular, şurda yürüdüler, şunlarla bir araya geldiler gibi vs. vs. şeyler.  Hemen hemen her iranlı öğrenci bir muhbirdi. Aralarında Şii Afganlılar yine Şii mezhebinden olan yabancı öğrencilerde vardı. Bir nevi sınıf geçmek diploma almak onlar için ''muhbirlikten'' geçiyordu. Ve çokta güzel sınıf atlıyorlardı.


                                            **********

Sağ yanağımdaki beni öpünce, birden gök gürüldemesi ile yerimden sıçradım. Şimşekler çakıyordu...''Yağmurcu geldi !'' diye dudaklarımdan dökülen sözler birden gülümseme neden oldu. Yağmurcu gelmişti ! Tamda o sırada düşümde görüyordum...

Bir el ve bir hamle daha atınca zirveye gelmiş olacaktım...

Ve zirve !

Burası herşeyin en uç noktasıydı. Buradan bakınca herşeyi görebiliyordun.

Burda yıldızlara ulaşmak buradan gezegenleri topaç gibi görmek mümkündü.

İşte Aynalı ! Oradaydı...Yine koyunları güdüyordu her zaman ki gibi !

Bulutların üzerine kurulmuş bir köşk...

Ve herkesin geçemeyeceği bir yol...

O'na yaklaştım...

-''Ne öğrendin ? ! ''

diye sordu...


''Halil'' fişek gibi yükselince göğe

-''Hepinizin sonu gelecek hepinizin .............koyacağız !'' diye huzur içinde yükselirken, öfke ile haykırdı ! O'nun seviyesinde ormanlık alandan kalabalık toplulukların nasıl akın akın geldiğini beraberce izledik !

Tetiği çeken aşağılık kemalisti de  gördük beraberce...Kahpece vurdu !
Kahpenin tekiydi bütün Kemalistler ! Ve kahpeler kahpelikleri içinde kıvrana kıvrana öleceklerdi !


Ve dehşet içinde açılmış gözlerim, soluk soluğa kalmış göğsüm, kafamı hiçbir yana çeviremez bir halde kulağımda

-''Kapıda !'' sesi

ve kapı gıcırtısı...

Ruhum kapıdaydı...


Aynalı !

Uzattı sopasını ve Güneşe doğru tuttu...Sopayı takip edince daldım suyun derinliklerine, uçurumdan atmışım kendimi bir anda!

Daldığım sudan çıkınca ''Güneş Yok Olmuştu'' bir kapının önünde beklerken buldum kendimi...Sonra bir çingene bir türkü tutturmuş ''Tırı vırı gibi!'' , sonra ''merak etme sen'' diyor... birden bir tahta koltuğa oturmuş vaziyette buldum kendimi,  karşımda bir dansöz...Aynalı dedi ki bana da kıvırttı böyle ama onu tutup ''parça pinçik'' ettim...Ben durur muyum bu sözden sonra tuttum kadını, bir sağ bir sol kıvırdım karton gibi kollarını sonra bir sağa bir sola vurdum vurdum parça pinçik ettim onu ! Birden takibe başladım hafif başı kel adamı...Elinde çanta yüksek bir binada köşe kapmaca gibi bir hal...Sonra gümüş renkli bir gözlük kabı hafif başı kel adam...(hatırla !) Sonra vay anasını dansözün karşısında tir tir titreyen ''Beni öldürecekler '' diye ağlayan başka kel...(hatırla ! ) Dansözün sana  dediklerini duydum ! ''Şimdi çıkaralım sonra içeri yine alırız !'' yanında da kanlı manlı şeytan...(şeytanoğlu şeytan !)

Ben hafiye imişim !


                                               **************

MİRİM-(Mir, ulu kişi, şerif): 300: FİKR… ESİR-Yapıp etmek, yapmak. (Âlemin aslı olan fiiller ve işler, bir sıfatı da FA’AL olan Allah’ın fiillerinin gölgesidir. Eser, fiilin infialinden meydana gelir; aksetmesinden… FAAL: Kerem. İhsan… Fi’l: Fiil. Fer’. Kusut, bir şeyi kısımlara ayırmak. Amel. Işık. Bir aslın neticesi. Külsüm, gülsüm, yuvarlak yüzlü. Pîl… Pîl: Ökçe, topuk. Akib, ahir, sonra. Etek. Demir, kan, yapışan, kavrayan… Pil: Fil. Hayvan, canlı. Ayak, kaide… Pile: İpek böceği kozası. “Büyük adam kozası”… Pil: Kullanıma geçmeye hazır durgun kimyevî enerji kutusu ki, mecazî olarak hâl olmaya hazır istidadımız kuvvesidir… Müessesenin, yapı’nın çiti olması gibi, Allah’ın El-Ahir isminden tecelli “heba”, su geçirmez naylon misâli fikrin eşya ve hâdiseler üzerine pıhtılaşması olan aksiyonun alt durum zemini esirî maddenin nüfuz edici kuşatanıdır; heba, “şekil veren, ama kendi o şekil olmayan” olarak, vasfı bu, bir boşluktur… Bir vasfı da bu olan boşluk; o eserleriyle ve eserleri üzerindeki tesiriyle bilinen, maddeyi avucuna alan, ama madde olmayan fa’al’in fiilidir… İnsan, hem içyüzden, hem dış yüzden kuşatılan olmakla, merkez o, kendini kuşatanlarda, “Hakk’ın Hak üzerine kaimliği” hakikatine ermeye memur; Allah’ın Halifesi olma mânâsıyla, HATT olmaya… Allah’ın kudret ve saltanatının tecelli ettiği ARŞ, kâinatı kaplar; Allah’ın kudret ve ilmi de herşeyi… Tecelli, tecelli edenin gölgesidir; Kürsî de Arş altı bir sema tabakası olarak onun, bu bakımdan HATTÂ, bir makamdır… Şükredilecek şeyleri yaratan Allah’ın bunu şuurla kabul eden kullarına mahsus ABDÜLHAKÎM Koltuğu, “Kürsî” makamı… Romence’de, Chiar lâfzı, “hattâ” demek; İngilizce’de de, Chair, “sandalye”… Sandalyenin yanlarındaki kol dayayacak yerleri ile “armchair-koltuk” lâfzı, o kollarla kuşatan mânâsına geliyor; daha doğrusu, “hattâ”yı kuşatan… HATTÂ: Harf-i atıftır, gaye bildirir. Ve, “fazla olarak, hem de” mânâlarına gelir. Meselâ, birşeyi işaret ederken pekiştirici olarak, “yanımda filân vardı, hattâ falan da vardı” dememiz gibi. Atıf: Bağlama. Bağ. Ekleme. Meyletme. Şefkat. Sevgi. Eğilme. İkiye bükme, iki kat etme. Geriye döndürme. Geri çevirme. Bir kimsenin üzerine tekrar hamle etme… Esirre: Taht. Kürsî… Esire: Seçkin, güzide. İlm bakiyyesi, artık, fazladan): 301: RASİM-Musavvir. Suret çizen, yazan. Akarsu. “Nehir, ruh. Nahir, kurbanlık. Bedene, kurbanlık nefs, Allah için nefs tezkiyesine mânâsına bütün varlığıyla O’na yapışık bir O’ndan olma”. (Musavvir, Allah’ın 99 güzel isminden biridir!)… SEMAR-Duru süt. “İlim sureti”: 301: SAMİR-Gece toplantıları. (Semar: Meyve, mi’ve, kıl… Semre: Sakız ağacı… Alak: Sakız. Yapışmak. Kan. “Bir keyfiyetin bol bulunduğu şey, mahâl, maden”… Külle yapışan cüz, ondan hisse, ayn-ıdır… Romence bir kelime, İngilizce de, “vest”: Batı. Yelek. Bildirme… Şimdi: “İslâm Tasavvufu ile Batı Tefekkürü arasında kanatlarını açan İBDA” derken, BATI lâfzını yön olarak ve fikirde İslâm dışı bir hesaba çekilmesi gereken diye sayısız defalar belirttik. Bunun yanında BATI, yön değil, güneşin batması ve karanlık bir keyfiyet hasebiyle idrakın yosunlaştığı, pıhtılaştığı, yâni doğrudan doğruya fikrin niteliğidir, nur tab’ıdır, “nur-battır”. Her şey gibi, aslı, esası, özü Berzah’ta. İslâm Tasavvufu’na nisbetle bu mânâda BATI, “siyah”, idrakın “zann” mahiyeti bakımından, bizzat kendi ve ihtimâller dünyası üzerine düşüncedir ki, idrakın aczinin idrakını “hadd-i zât”ında müşahedeyle hayrete yol açandır; farkındalığı ziyadeleştiren… Hatt: Bir şeyi yukarıdan aşağıya indirmek. Yolmak. Koparmak. Çekmek… Romence bir kelime, Drum: Hatt… Malûm, HATTÂ, “Kürsî, Abdülhakîm Koltuğu, makam, hâl”… Romence, hala: Pazar yeri, yeşilliğin toptan satıldığı hal yeri… Hatırda has rüyâ: “Pazar yerinde, zayıfça 40 yaşlarında bir adam ve kucağında 2-3 yaşlarında bir çocuk; aaa! Bu Şah-ı Nakşibend Hazretleri diye hayrete düşüyorum!”… Mütalâanın, farkındalığı ne kadar zenginleştirdiğini herhâlde görüyorsunuz. Şimdi, kimbilir kaç defa tekrarladığım iki Yevmiyem… Birincisi, Üstadım’ın kendi ve ben hakkında: “Kıvamı bozmayacaksın. Öyle derinlere dalıyorsun ki, kanatların yanabilir. Ben indim, hattâ fazlaca indim!”… Üstadım, Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri hakkında: “Onda harikanın nasıl teşekkül ettiğini gördüm. Hela’ya gitmeyecek midir? Bu edebin içinde bu kadar!”… Tek tek kelimeleri yazmaksızın, helâ’nın iştikakları: Hades, yâni sonradan olma mânâsına İNSAN’ın kendinden, merkezde o olmasına nazaran, madde ve mânâ hâlinde değer ölçüsüyle ulvî ve süflî herşey, tecelli, oluş yanında, düne nazaran şimdi, ânın şimdi mânâsı, “hâl-i siyah” denilen “yüzdeki nokta, ben”, boşluk, hâliyle kuşatan vesaire… Dünya, aslı bâtında İslâm ahlâkına nisbetle, bir insanın bunu gerçekleştirmesine mahsus bir alış-veriş yeridir… “Gedikli Başçavuş”: Kıdemli Başçavuş… Gedik lâfzını ve mânâsını, alışkanlıkla kullanılırken fikirde irtibat kuramama bakımından, böyle bir hatırlatıcı ile gösterdim… FARZ: Allah’ın emir ve yasaklarını, mübah ve mekruhlarını, yapılması mizaca kalmış işlerin toplam merkezi. “Gedik açmak”, farz lâfzında bir mânâ; delik açmak… HE harfi, Allah’ın Peygamber ve elçi gönderen BAİS ismine ve LEVH-İ MAHFUZ’a [mertebesine] işaret eder; ayrıca Allah lâfzı’na işareten nefes ve zikir harfi… Merkez’de HATT ve çevrede bu kuşatan, kuşatanın bu vasfı, başta Allah Sevgilisi, Peygamberler kuşağı, Sahabîler, tâbiler ve veliler, giderek hissesince bütün müslümanlarda, zuhur etmiş veya gizlice kalmış bir mânâ… Romence bir kelime Hat: Dizgin… Rikab: Dizgin. Bir büyüğün önü ve huzuru… Allah’ın mutlak hâkimiyetinde Berzah âlemi ki, Allah’ın isim ve sıfatlarıyla tecelli yeri; Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlananların bulunduğu bu kalb mertebesinde, bilgi ve “hadd-i zât”ı beraber. Allah’ın Emr Âlemi’ne girmeyen işler de, Halk âlemi işlerinden. Emr Âlemi, Berzah, Bâtın âlemi, Halk âleminin varlığı için bir zaruret olduğuna göre, “dizgin”den kasıt da belirtilmiş oluyor… Berzah Âlemi’nde hem Allah’ın isimleriyle tecellisi HAKK, hem de “iyi-doğru-güzel”le vasıflanarak O’na yapışmış kulun Hakkı’na bakıp da, bu “halita-karışımı”, Allah ile kulun karışması mânâsında anlamamak lâzımdır: Nasıl ki Nur, kulda mecazî mânâda, Allah Allah’tır, kul da kuldur. Nasıl ki “ezel ve ebed”, Allah’ın Evvel ve Ahir isimleri ile bir değildir… Bu izâh, her insanda kuşatan ve merkez ayrı, kemâl mertebesinde de Allah ile Kâmil kulları olarak bilinir. Nasıl ki, her kemâl, erilişinde Allah Sevgilisi’nde bulunan diye bilinir; öyle!)… MİRAN-Beyler. (Nedim’in Matla’ Beyti’ndeki “Beğim” lâfzının, “baş, şerif, seyyid” mânâsı çerçevesinde ne kadar geniş bir anlamı olduğu ortaya çıkmıştır!): 301: UHZ-Göz ağrısı. (Üstadım’ı hatırlayınız… Ve “ahz”: “Al” emri. Büyükler tarafından kabul edilişim)… KAR’-Okumak. Cem etmek, toplamak. (İlk vahyin Alak Suresi’nde ve “oku!” emriyle başladığını hatırlayınız): 301: ASİR-Bitişik. Halita… MİRZABEYOĞLU-(Derviş Muhammed, noktasız harflerle: 312: Mirzabeyoğlu… Derviş Muhammed: 312: Ihta-Hata. “Vahyin, Allah Sevgilisi’nin nefsinde olanı kelâm hâlinde koparması” demek oluşunu hatırla; ve kelâm’ın “yara, yaralı” mânâsını.): 1302: KAPTAN KUSTO MÜSLÜMAN. (Noktalı harflerle)
*

HATTÂ: 418: VAHDET-Birlik. Teklik. (Vâhid Allah, Vahîd Resulullah… Allah, topyekün varlığı, MUHAMMEDÎ Nur’dan yarattı… İlk yaratılan, KALEM; Elif harfiyle işaretlenen ve Hemze kul ve âlem Vahîdi olarak Allah’ın El-Bedî ismine ve “İlk Akıl”a işaret… Levh-i Mahfuz, onun yazısı olarak görünen. ARŞ’ın, Allah’ın “Bâtın, Zâhir, Evvel, Ahir” isimlerinin halitası olması gibi, mürekkeb, –halita hakkında söylediklerimi hatırla–, Hakk’ın Hak olmasını Allah Sevgilisi’nin nefsinde tamı tamına tesbit eden… Romence, Cerne: Elemek. Elekten geçen… Romence, Cernealâ: Mürekkeb. Boya. “İnsanî Hakikat’in Perdeleri’nin, renklerini, Allah’ın boyasıyla boyanma cümlesinden hatırla; hangi Peygamber’in hangi gaybte, o gayb’ın niteliği ile ilgili hangi gün, renk ve sıfatıyla ilgili olduğunu”… Reng: Bulanık su. “Kan, keyfiyet”… Romence, Regn: Âlem… HATTÂ, Allah’ın Zât Âlemi’nde kendisine tecellisinden maada, –İnsan’ın bâtını, Allah’ın bilinmez Zâtî sureti’ndendir–, O’nun Berzah Âlemi’nde ve Halk Âlemi’nde de bu kayıdla tecellisidir; her varlığın ona mahsus canı, ruhu, özü olarak… HATTÂLAR, “O değil O’ndan” olarak, İNSAN kalbinde aslı bulunmak üzere makamlar… Başa dönelim: Allah’ın emri ile yazan KALEM, bu vasfı mürekkeble gösteren olmakla, onda Halita, Vahid ve Vahîd sırrıyla görünüyor!)… EDEBİYYAT-“İlm-i edeb” tâbir edilen güzel sanatlardan başka, sözle ilgili bütün ilimler bu tâbir içindedir. Düşüncenin sözle ilgisi, doğrudan veya dolaylı bütün insanî oluşları kendine bağlar. Edeb’in “hadlere riayet” mânâsı, her iş ve oluşun kendini tarif eden şartlarla varlığıdır ki, neticede “ilm-i edeb” bağı içindedir: 418: NECİB Fazıl Kısakürek. (Aynı ebcedle, Musa Mirzabeyoğlu)… BEĞİM HATTÂ: 62+418: 480: MEHDÎ Necib Fazıl Kısakürek. (İngilizce, Chair: Kürsî. Makam… Romence, Char: Yanıp simsiyah olmak. Kömürleşmek. Kömürleştirmek. Maden, bir keyfiyetin bol olarak bulunduğu yer, kan… Fehim: Kömür… Fehim: Anlayışlı. Anlayış.)… TAMAM-Bitme, bitirme. Sona erdiren. Tam, eksiksiz. Münasib. Uygun. (Rüyada gelen mânâ: Üstadım bana, hışımlı bir sesle, “var yok, 126 tamam!” diyor… Salih: 126: Fahim-Akıllı ve anlayışlı… Asale-Zehiri çok ve tesirli yılan: 126: Kabadayı… “Levha: 16 Aralık 1985. Zeyn-ab’ın söylediğine göre bir kitab hazırlanıyormuş. Tekel’e kabadayılığı ilk getiren benmişim. Kitaba göre”… Zeyn-ab - Hoş su: 71: Küna-Kuşatan): 480: SALİH İzzet Mirzabeyoğlu.


NEDİM hakkındaki düşüncelerimi biraz söylemiştim; onun, Osmanlı’nın gerileme döneminde ve işret âlemi ortamında hayat sürmesinin, şahsı hakkında dışyüzde kalan bir değerlendirmeye sebebiyet vermesi hakkında… Bir keramet misilli ve 1979-1981 arasına ve KÜRSÎ makamına tevafuk eden MATLA’ Beyti’nin birinci ve ikinci mısraının getirisine devam etmeden önce, kendi hayatına dair yorumsuz bir MATLA’ Beyti: Ne çekmişiz hele def’-i humâr edinceye dek / Bu güne tarh-ı gam-ı rüzgâr edinceye dek… “Ne çekmişiz, hele acısı burnumuzdan gelen içkiyi def edinceye dek — Bu gidişi ruhumuzun duyduğu gam dağıtıncaya dek!”… KABZ U BAST-Ruhen sıkıntı ve ferahlama. Beyân ve ifâde etmek. Uzun uzun ve etraflıca anlatmak: 979: AKINCI Güç dergisinin çıkış tarihi. (Üstadla beraberliğimiz!)… HİCRİ tarih olarak: 1401: TAHT-Hükümdarın makamı. (Abdülhakîm Koltuğu)… KEŞŞAF-Keşfeden. (Nedim’in şâirce haber verişini işaretledik. 1401 tarihi, Rahman Sûresi 19 ve 20. âyetleri ile Furkan Suresi 53. âyeti’nde mahfuz ve Muhyiddin-i Arabî’de beyân edilen; meşhur Fransız deniz seyyahı ve araştırmacısı, Üstadım’ın bana takdiminde “deniz içinde denizdeki hayatı kurcalayan” dediği KAPTAN Kusto’nun, bâtını zâhirde tesbit eden denizlerdeki “su perdeleri”nin keşfinin bizim tarafımızdan bilinmesi tarihidir): 1401: TEŞHİS-Şahıslandırma. Tanıma, seçme, ayırma. (Neticede, “hadd-i zâtım”ın içinde bulunduğu bir ufuk hâlinde şahsıma teşbih edilenin o olduğu –Kaptan Kusto–, Kamus’ta Kamus içi hayatı kurcalarken bulunan ben… Hicri 1401, takribî 1980-1983 Milâdî… Şeriat: 980: İstikbâl İslâmındır. “Üstadım’ın bana hazırlattığı eser!”… İzzet Erdiş: 983: Seyyid Abdülhakîm Arvasî-Necib Fazıl Kısakürek.) (*)
                                                          

                                                                     *  

KÜLAH: Takke. Kalpak. Başörtüsü: 56.
Mübdi’: Gizli sırları açıklayan. Herşeyi hiçten halkeden. Başlayan. Allah’ın 99 güzel isminden biri: 56.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 2055= 1056.
Müjde: 56.
Mücevvez: Caiz görülüp izin verilmiş: 56.
Nedb: Dua: 56.
YEVM: Gün. Sene. Asır. Devir. Devre: 56.
Etum: Su kaplumbağası. (Dahr: Erkek kaplumbağa): 56.
Damga: Mühür. (Necb): 1055= 56.
İdam: Islah etmek. Muvafık kılmak, uygun yapmak: 56.
Mahî: Balık: 56.
Mizâh: 56.
*
Esabî: Parmaklar. (El): 164.
Rahman Sûresi 19-20. âyetler: 3164.
NOKTA: İki çizginin kesişmesinden meydana gelen suret: 164.
Akıncı: 164.
Sada’: Kasd ve teveccüh eyleme. Bir şeyi aşikâre söylemek. Mevkiine tevcih ve isabet. Yarık, çatlak. Bir şeyi ikiye bölmek: 164.
*
TAL’: Tomurcuk. Miktar. Bitkilerin üremelerine sebeb tohumları: 109.
Zevata: İki zât. İki sahib: 1108= 109.
Hak: Orta. Merkez: 109.
Ehakk: En hakiki: 109.
Kifah: Din için muharebe: 109.
Messah: Arazi ölçen. Mühendis. Mesheden: 109.
Müsabega: Tamamlamak, yerli yerince etmek. (HAKÎM): 1108= 109.
*
Tal’a: Görmek. Yüz, çehre. Görüşmek. Güzellik. Bir şeye çok rağbet etmek…
Tala’: Geyik buzağısı. Şahıs…
Tale: “Uzun olsun” mânâsındadır…
Tali: Doğan. Kısmet, kader, baht. Yeni hilâl…
Tali: Tilâvet eden. OKUYAN. Sonradan gelen. İkinci derecede…
Talia: Casus. Nişâncı. Keşif taburu, öncü. Rehber, kılavuz…
Tall: Çiğ, kırağı. Şebnem. İnce yağan yağmur, çisinti. Güzel, lâtif şey. Şiddet. (Üstadım’dan bir beyit: Şebnem gibi doğ ve öl — Yıldızlı bir gecede.)…(**)
 
                                                             * 

BELKIS’ın TAHT’ı: 202+1400= 1602.
Amene’r Resûlü’de: (Allah hiçbir nefse takatinden fazlasını yüklemez.): 602.
Sakb: Delme, delinme. Bir taraftan diğer tarafa açık olan delik. Farz. (Allah, kendi nefsine vacib-zorunlu kıldığı RAHÎM inayetini, kuluna âmeli karşılığında ezelden takdir edilmiş olarak verdi. “Velilik bir mecburiyettir” memuriyetinde olanlara.) Sütü çok olan deve. (İlmi çok olan güzel.) Çok kırmızı, koyu kırmızı. (Feraset, anlayış… İngilizce bir kelime: RED-Kırmızı… İspanyolca bir kelime: RED-Balık ağı… İSLÂM’A MUHATAB ANLAYIŞ: Eşya ve hâdise üzerine atılan ağ!): 602.
Retec: Büyük kapı. (Hazret-i Ali, “ilim beldesinin kapısı” vasfında… Üstadım’ın 33 Veli isimli Hacegân silsilesinin en büyüklerini ihtiva eden eseri, ilk basılışında BÜYÜK KAPI adıyla neşredilmişti.): 602.
İsnan: İki. (Kur’ân alfabesinin ikinci harfi olan BE’nin, ebced değeri de 2… Da’va cetvelinde Allah’ın BAKÎ ismine tevafuk ediyor… Ahmed Abdülbâkî: Üstadım.): 602.
Mehdî Muhammed Salih Mirzabeyoğlu: (Seyyid Abdülhakîm Arvasî - Necib Fazıl Kısakürek: 1983: İzzet Erdiş.): 602.
İftisal: Sütten kesilme, anadan ayrılma. Fidanı çıkarıp başka yere dikme: 602.
İki Resim: Büyük Doğu-İBDA: 301+301= 602.
*
Süleyman: 191.
Minzar: Ayna. Gözlük: 1191.
Menkab: Dağ arasında olan yol. Delik açılacak yer. Güzel hareket ve fiil: 192= 1191.
Ufkî: Ufka dair, ufka âit: 191.
Müngamis: Suya batmış: 1190= 191.
Füyuk: Uzun boyunlu bir su kuşu: (Su kuşu, “zâhir ve bâtın”a sembol.): 191.
Menazir: Manzaralar: 1191.
Feynan: Güzel ve uzun saçlı kişi. (Resl: Uzun saç… Afî: Affedilmiş. Affeden. Uzun saçlı.): 191.
Nekam: İntikam. (Muntakîm: Allah’ın 99 güzel isminden biri: İntikam alan.): 191.
Zafîr: Zafer bulan: 1190= 191.(***)


NESLİHAN DAĞCI 





(*)Salih Mirzabeyoğlu (Ölüm Odası B-7 ''Hatta...'' Sırrı -133)
(**)Salih Mirzabeyoğlu (Ölüm Odası B-7 ''B.D İbda: Mehdî Muhammed - 64)
(***)Salih Mirzabeyoğlu (Ölüm Odası B/Yedi: Ben Değil - Benden (Bu Yüzden Ben) - 58









Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Kim, Kim"dir -Horuzun Öttüğü Vakit - (2.Bölüm)

Günümüz Müslümanlarının en büyük problemi Hz.Mehdi asm var mı yok mu düşüncesi. Kur'anı Kerimi aklı ile anladıktan sonra ''Peygamber''e de luzum bırakmayan bir topluluk için elbette ''Melhameler'' yani meydana gelen hadiselerin bir önemi yoktur.  Tıpkı ''Meteryalist'' kafadakilerin bunlar ''Metafizik'' saçmalıklar diyip kestirip atması gibi. Peygamber''e luzum ve ihtiyaç bırakmayan yani ''Peygamber''siz İSLAM, daha doğrusu ''Diyalogçu'' zihniyetindeki adamlara aradan ''Peygamber''i çıkardığında İSLAM'da kalmaz dediğinde ''aval, aval'' suratına bakar. Bir kişinin ''Müslüman'' olması ancak ve ancak ''Peygamber''e BİAD ile mümkündür. Kur'anı Kerimde ''Allah ve Resulüne'' itaat emri bunlara uğramamıştır. Peygamberi aradan çıkardığında ''ŞERİAT''e kalmaz. ŞERİAT Peygamber a...

GÜNDEM MAK-ARASI

KIY-AMET  / GÜL-MEZ Sayın Okuyucular Bugünlerde her ne yazsam gündem öyle bir hızla değişiyor ki ne diyeceğimi ne konuşacağımı şaşırıyorum. Sanki bütün dünya birleşmişte beni yalancı çıkarmak için uğraş veriyor. Tam bir -BAŞ-MAKALE yazıp ünlü olayım diyorum, bi bakıyorum bir anda gündem değişiyor. Benim dediklerim çöpe gidiyor tabi. Şimdi nerden çıktı şu Mescid-i Aksa ? Ne güzel konuşuyor yazıyor çiziyor size de bal gibi okutuyordum. Ben ne talihsiz adamım hiç mi hayatımda bir gün bile yüzüm Gül-meyecek ! Anam adımı Tayip Gülmez koymakla bana kötülüğün en büyüğünü etmiş mi oldu şimdi? Gerçi anamın ne suçu var  Dünyada  artık öyle şeyler oluyor ki, kim olursa olsun YALAN söyleyen herkesi hiç abartısız ANLINDAN mıhlıyor. Ve söylediklerini boşa çıkarıyor. Ne kadar PUTU dikilmiş heykel varsa bir bir yıkılacak bir zaman diliminin içine düştük sanki. Bende kalem sallayan halkın aklına üfleyen bir sanatkar olarak galiba böyle bir PUTSAL duruşun yı...

AYASOFYA

'Beytu'l-Makdis'in imarı Yesrib'in harabıdır. Yesrib'in harabı melhamenin (savaşın) çıkmasıdır. Melhame İstanbul'un fethidir, İstanbul'un fethi Deccal'in çıkmasıdır!' buyurdular. Sonra elini (Resulullah), konuşmakta olduğu kimsenin (yani Hz. Muaz'ın) dizine vurdular ve: 'Bu söylediğim kesinlikle hakikattir. Tıpkı senin burada oturman hak olduğu gibi.' buyurdular." Hz. Muaz burada kendisini kasdetmektedir. (Yani Aleyhissalâtu vesselâm'ın konuştuğu ve dizine elini vurduğu kimse Muaz İbnu Cebel (radıyallahu anh)'dir.)" [Ebu Davud, Melahim 3, (4294). Beytu'l-Makdis, Mescidu'l-Aksa denen Kudüs şehrindeki mukaddes mesciddir. Bugün orada "Süleyman Mabedi inşası için kazılar yapılıyor, Mescidin altı oyuluyor. Orada yaşanacak bir çökme veya bu kazı çalışmaları yeniden imar anlamına gelebilir. Kudüs'ün başkent ilan edilmesi bu işlemin hızlandırılması anlamına geliyor olabilir. Yesrib, Medine-i Münevv...