Ana içeriğe atla

YAĞMURCU (6)





Hazar gölüne giderken hava o kadar sıcaktı ki terden üstüm başım ıslanmış ancak Allah'ın rahmetiden olsa gerek hiçbir şey hissetmemiştim. Kendiliğinden kurumuş pardüsümde ve başörtümde  beyaz halkalardan oluşmuş tuz izleri vardı.

Çölü anımsatan kumlara basarak yürürken ayak tabanlarımın yandığını, ayakkabımın derisinin yumuşadığını hissediyordum...Aşırı sıcaklardan dolayı ne toprağa ne asfalta nede taşa basabiliyordum...Etrafta fakülteye giden birkaç öğrenciden başka kimsecikler de yoktu...Yılın bu mevsiminde burda hayat gece başlıyor ve yeşil alanların hepsi mesire yeri olarak kullanılıyor...devlet memurları ise öğlene kadar çalışıyorlardı...

Aşırı sıcaklardan bunalmış bir halde yurda dönerken ekmek almak için fırına gidiyorum...Her zaman ki gibi uzun bir kuyruk var...''Acaba sıra bana gelir mi?'' endişesi içinde beklerken, uzun kuyruğa aldırış etmeden  cübbeli şii mollalardan bir kaç tanesini en öne geçerken görüyorum...

Ağzım açık durumu müşahade ediyorum tabi...

Galiba bu duruma daha fazla dayanamıyacağım...

-''Bayım neden hiçbiriniz sesinizi çıkarmıyorsunuz? Hepimiz sıramızın gelmesini bekliyoruz...''

Ortadan birisi hemen atlıyor;

-''Kardeşim onlar alim ve öncelik sırası onların, onlar sıraya girmezler...''

Adaleti en çok gözetmesi gerekenlerin yaptığı işe bak...Sadece bu tutumdan ''Alim'' olmadıkları anlaşılır değil mi?...

''Ama kime neyi anlatacaksın !''

Derken sırada yavaş yavaş bize gelmeye başlamıştı...Birden ekmek verilen küçük cam kapandı...''Aaaaa, Oooo'' sesleri arasında, o günde ekmeksiz kaldığımızı anlamıştım...

İçimden ''Sandeviç ekmeğine bugünde talime devam...'' diyerek bakkala yöneldim...


Bakkalın hemen önünde duran ağacın gölgesindeki taşa oturmuş derin derin düşünen Bosnalı ''M...'' abiyi görünce ''Selam'' vermek istedim...O'nun bu düşünceli hali hep üzülmeme neden oluyordu...Ayak topuğundaki şarapnel parçasından dolayı aksak aksak yürümesi mi mahçup ediyordu kimbilir ama hep mahsun bir hali vardı...

Göz göze geldik ve ben bir cesaretle, üzüntüsünü içimde hissederek

''Abi üzülme...'' demek istedim...Bir türlü cesaretimi toplayıp söyleyemedim...

Bir gün sınıfta ''Filistin'' mevzusu üzerinden tartışma çıktı...Ürdünlü ''Abdullah'' ile Mısırlı ''M...'' birbirlerinin devletine söverek ''İsrail'' belasını ''Filistinlilerin'' başına açmaktan ötürü birbirlerini suçlayıp durdular...Tamda Bosna'lı ''M...'' abinin önünde yan yana oturuyorlardı...Bir müddet  onları dinledikten sonra kaşlarını çattı ve ayağa kalkarak ikisininde yakasından tuttu ve havaya kaldırdı...

-''Siz Araplar şerefsizsiniz...Bütün Araplar toplansa İsrail'i denize dökmek bir saatinizi bile almaz ! Bir saattir burda birbirinize yaptığınız suçlamayı dinliyoruz...Bide utanmadan konuşuyorsunuz...Biz Bosna'da bir avuçtuk direndik ve kazandık! Şimdi kapayın ikinizde çenenizi...''

Bütün sınıf ve Ürdün'lü ''Abdullah'' ve Mısır'lı ''M...'' 'le beraber sessizliğe gömüldü...Ben ise Çadurumun arkasında hem ''Sevinçli'' hemde biraz da korkmuş bir vaziyette ''M...'' abinin tavrını cesaretini hayranlıkla müşahede ediyordum...İçimden sevinçle

''İyi oldu, haklıydı...onların o lakayıt tavrı aklıma geldikçe sinirleniyordum, birilerinin bunu söyleyip onları uyandırması gerekiyordu'' diye geçirdim...

Bosna'lı ''M...'' abi yine birgün adını ''Kamera'' takdığım ''Alvir''i de böyle bozmuş, sınıfta O'na demediğini bırakmamıştı...Nereye gitsem peşimde olan ve nerede olsam kafası o yana çevrili bu çocuğa bir türlü anlatamıyordum...Tıpkı ''Jack''e anlatamadığım gibi...

Sınıfta bir gün Hoca Alvir'e kendi hayat hikayesini anlatmasını istedi...O da nerden başlayacağını kestiremeyince ''Mesela Bosna savaşında 15 yaşında olduğunu söylemiştin, o yaşta o silahı nasıl taşıyordun?'' diye bir soru sordu...

Alvir,

-''Evet o zaman 15 yaşındaydım ve silahta burama kadar (eliyle belinin üst kısmını işaret etti) geliyordu...ve çok ağırdı, Allah'ın yardımıyla taşıyordum, ''Mostar Köprüsünün'' yıkıldığı gün biz kasabadakilerle artık direnişe geçme vaktimiz geldiğini konuşmuş  o gün tepelere doğru çıkarak savaşmaya başlamıştık. Sonra köprüyü havaya uçurdular...''

Müthiş bir heyecanla ''Alvir''i dinliyorduk...O'nun ''Onların'' cesareti 'Müslüman'' olmanın gururunu yaşatıyordu bize...

Derken o gün ''Kamera'' kafası bana dönük bir şekilde, ben utancımdan kıpkırmızı olmama rağmen istifini hiç bozmadan hipnotizma olmuş gibi bana bakıyordu...Yerime utancımdan yapışmıştım...not almak için kalemimi dahi oynatamıyordum...Çadurumu çekerek perde gibi tuttum...O halimi gören Bosnalı 'M...' abi bir O'na bir bana bakıyordu...

''Tamam şimdi rezil oldum ''derken

''M...'' abinin gür sesi ile sınıf bir kez daha titredi...


-''O kafanı önüne çevir yoksa koparırım terbiyesiz !  Görmüyor musun sırada bile örtüsünü bir perde gibi çekiyor, hala utanmadan bakıyorsun...Nasıl utanıp sıkıldığını görmüyor musun kızın?!''

Ben sandalyeme  gömülmüş, daha çok utanmış  kan ter içinde kalmıştım...

Bosna'lı ''M...''abiyi en çok aradığım gün, uzun ve zemini parlak mermerden döşenmiş koridorun sonundaki odaya doğru giderkendi...O gün, kendilerine boyun eğmediğim için bir kadın ve erkeğin Pasaportuma el koyması ve ağzımdan Üstad Haşimi'ye bir mektup yazması sebebiyle ifade vermeye gidiyordum...

Üstad Haşimi çalışkan bir öğrenci olduğum ve ''Dil'' öğrenme yeteneğimden dolayı beni çok sever ve sık sık  ''Uluslararası İlişkiler okuyup ne yapacaksın, bak bende okudum bana göre sinema televizyon okumalısın, iyi bir yönetmen olursun ''  tembihinde  bulunurdu...

Uzun koridoru ağır ağır adımlar atarak geçerken  içimde fırtınalar kopuyor  derin bir hüzünle yürüyordum...dudaklarımdan ise şu sözler dökülüyordu;

-''Bütün bunlar başıma seni aradığım için geliyor...Eğer sen olsaydın bunlar benim başıma gelmezdi !''

Yıl 1997...

''Bilinen aranır, bulan da arayandır...''


                                       **********

Burada uçma gibi bir kabiliyet var...O kabiliyeti sevdiklerine veriyorlar...Onlar ise ''samimi''...

Uzun uzun yeni yeni tomurcuklanmış ağacın gölgesinde soluklanıyorum...Bilmem kaç mil yükseklikte bir yer...aşağıdaki evler mikrop gibi küçücük...

Karşıda baştan başa sur...

Birden uçarak karşıya geçiyorum...Geniş yeşil ağaç yaprakları ile donanmış bu yer belli ki çok özel...

Yaprakları elimle arkaya atarak aydınlığın geldiği tarafa yöneliyorum...

Üstad ve Efendi Hazretleri beni karşılamaya gelmişler...İkiside siyah cübbe giymiş...

Yüksekçe toprağı tertemiz ve koyu kahverengi üzerinde bir ''Gül'' olan mezarın başındalar...Mezar taşını okumaya çalışıyorum...Arapça yazılı mezar taşında Abdulhakim Arvasi yazıyor...

Mezar taşının mermeri çok değişik şu ana kadar görmediğim bir cinsten...
Ben mezara kapanıp ''Hasreti sona ermiş'' biri gibi hüngür hüngür ağlıyorum...

Bu mezarın hemen yanında ondan daha alçakta olan başka bir mezar...Aynı mezar taşının cinsi olan taştan bir mezar taşı var baş tarafında...

Gözüm aydınlığın geldiği tarafa yöneliyor...Ordada bir mezar var...ama bu zemine daha yakın ve mezar taşı öyle parlak ve güzel ki, üzerinde ise hiçbirşey yazmıyor...Birden zelzele oluyor...Öyle şiddetli bir zelzele ki o ''Mezar'' ikiye ayrılıyor...İçinden ''doğrulturularak çıkan bir genç...''

O genci tanıyorum...

                                           **********

Bugün benim için düzenlenmiş bir davete katılmam gerekiyor...Bende hiç görmediğim vakurlu bir eda var...Beni baş köşeye oturttular...O gün davet için bembeyaz elbiselerimi giyindim...Yeşil güzel bir sedir hazırlamışlar...Oraya oturttular beni...

Kapıdan Abdulbaki Erol Hazretleri elinde bir ''Gül'' ile geldi...O ''Gül''ü ayak uçlarıma bırakarak;

-''Nerede kaldın, seni bekliyorduk'' dedi...

                                          **********

Canım çokca sıkkındı...Evde oturmaya alışık değildim...Bütün gün evde oturanlar ne yapar diye düşünürken ablam aradı...

-''Ankara'ya gelsene...''
-''Gelmeyi isterim ama ne ile gelicem...''

Ertesi gün ''Birgül'' abla bana yol masrafını karşılayabileceğini söyledi...

Ve ben kendimi bir anda ''Ankara'da'' sonra ''Menzilin'' bahçesini beyaz kıyafetler içinde süpürürken buldum...

Bıraksalar oradaki huzur içinde bir mabedim olsun isterdim...Kimsenin bana dokunmayacağı kimse ile konuşmayacağım sadece ''huzuru'' soluklayacağım bir mabedim...

                                            **********

Eniştem ''Kanser''den vefat etti...Taziye için ''Ankara''dayım...Geri döneceğim günden bir gün önce Hemşire ''Tenzile'' hanım bana -''Bağlum''a neden gitmiyorsun?- diyor...

-''Tenzile abla hay Allah senden razı olsun...Beni uyandırdın...''

Nasıl gideceğime dair yol tarifi alıyorum...Uzun bir yol...Dış cepheleri eski Osmanlı Mimarisinin kopyası evlerin verdiği huzur içinde etrafı seyrede seyrede gidiyorum...Şöföre ''Bağlum''a geldiğimizde bana haber etmesini nerde ineceğimi bilmediğimi söylüyorum...

Sonra küçük gecekondularla çevrili bir yere geliyoruz...

-''Hanfendi siz burda ineceksiniz...Bağlum mezarlığı burda...''

İndiğim yerden birkaç adım atarak ilerliyorum...bir yerde duruyorum...sağıma bakıyorum soluma bakıyorum, mezarlık olduğuna dair hiçbir emare yok...Sabahın o vakti hiçkimsecikler de yok...Uzaktan uluyan köpek sesleri geliyor...Birisi geçsede sorsam diye dua ediyorum...Az sonra bastonlu ve yavaş adımlarla ilerleyen ''burnu karga'' gibi bir yaşlı amca geliyor...

-''Selam u Aleyküm Amca!...Birşey sorabilir miyim?''
-''Aleyküm selam, buyur kızım sor''
-''Bağlum mezarlığı nerde?''
-''Ne yapacaksın Bağlum mezarlığını?''
-''Efendi Abdulhakim Arvasi hazretlerini ziyarete geldim...ama bulamıyorum.''
-''Hımm, demek Efendi Hazretlerini ziyarete geldin...''

Bu şekildeki cevabı şaşrımama neden oluyor...Sonra bu yaşlı adamı göz ucu ile süzüyorum...Gri bir takım giymiş gayet yıpranmış kıyafeti içinde buruş buruş olan yüzü ve elleri dikkatimi çekiyor...Belli ki zor bir hayatı olmuş...

-''Arkana dön bak şu kapıdan içeri gir doğruca ilerle!''

Arkamı dönüyorum...Birde ne göreyim mezarlıkla aramda yarım metre var ve kapıda önünden geçtiğim yerde...Yaşlı amcanın buruş buruş ve güneşten kavrulmuş ellerini öperek tşk ediyorum...

-''Bize de dua et !''

diyor...

Ben sevinçle kapıdan içeri giriyor ve karın ince beyaz bir çarşaf gibi örttüğü zemine basarak ilerliyorum...Sonunda kavuşma anı gelip çatmıştı...

İlerlerken sağdaki ve soldaki mezar taşlarının cinsi dikkatimi çekiyor...Bu taşlar  bilmem kaç mil yükseklikteki mezar taşlarının aynısı...

Etrafta kimsecikler yok...Uzaktan gelen Köpek sesleri...Ankara'ya o sabah yağan ince kar örtüsü...Böyle garip bir atmosfer içinde, mezar taşları arasında kendimden geçmiş bir halde hafif bir yokuştan içim ürpererek yukarı doğru çıkmışım...Hayretler içindeyim...

Derken kubbesi yeşil bir türbe çıkıyor karşıma...Burası Yakup Evliyanın Türbesi imiş...İçimden ben ''Efendi Hazretlerinin mezarını ararken, birden buraya beni ayaklarım nasıl getirdi diye düşünürken'' etraftaki sis ve ortamın haybeti karşısında ''nefesim'' kesiliyor...

''Demek ki'' diyorum...''Önce O'nu ziyaret edip dua etmemi istiyor...'' Orda dua ettikten sonra, o toprak yolun sağında ve solundaki mezar taşlarına bakıp ürpererek koskoca mezarlığın içinde ''Efendi Hazretlerinin'' mezarını arıyorum..

Kendimi Allah'a teslim edip mezarı bulmama ve eli boş dönmemem için yardımcı olmasını diliyorum...

Derken ''ayaklarım'' beni daha önce gitmişim gibi O'na götürüyor...

Mezar taşı aynı taştan ve üzerinde aynısının tıpkısı Arapça harflerle ''Abdulhakim Arvasi'' yazıyor...

''Selam'' verdikten sonra ''Ben geldim efendim diyorum...''

''Ben sizi hiç böyle tahayyül etmemiştim...geç kaldığım ve size kavuşamadığım için özür dilerim...''

Ve başlıyorum ağlamaya...çiçeklerini seviyorum mezarlığın...

Babasını yıllarca arayan ve O'na kavuşma ümidiyle yaşayan bir çocuğun babasına ''O'' mezarda iken kavuşmasını düşünün...İçimde derin bir acı...

Ayaklarım gitmiyor...bir türlü ayrılamıyorum...


                                    **********
İstanbul'a döner dönmez önce işimi değiştiriyor sonra nefes almadan Üstad'ı ziyarete gidiyorum...

Eyüb'e gelince öğle namazını eda edip Halid bin Zeyd bin Kuleyb'in türbesini ziyaret ediyorum...Bağlum'da ayaklarım beni böyle götürmüştü...demek ki büyüklerin  ''kabir'' ziyaret adeti böyle olmalı diyorum...



Adete riayet edip Ebu Eyyûb El-Ensarî hazretlerinin türbesi önünde...Allah'a hamd enbiya ve velilere selavat getirdikten sonra dua ediyorum...
''O duam kabul olmuş...Sakalının arasında kınalı kıllar olan birisi bana duamın kabul olduğu haberini veriyor...Yanaklarında ''top'' gibi iki tane şişkinlik...sanki ağzının içinde iki tane akide şekeri varmış gibi...''
''70 bin kişilik bir ordu...'' Allah u Alem !!!

Duadan sonra ''Kaşgari Dergahına'' doğru yürüyorum...çık çık bitmiyor...Etraftaki yeşillik bu yükseklik taşların şekilleri garip hislere gark olmama neden oluyor...Yine gizemli bir hal içindeyim...
Bulamıyorum...
Dergahın etrafında iki kez daire çizip yürümüşüm...En sonunda bir mezar bekçisine soruyorum...
-''Beyfendi Selam u Aleyküm...''
-''Üstadın mezarı ve dergah nerede? İkidir burdan geçiyorum...Ama bir türlü bulamadım...''
Bu yaşı geçmiş gözleri su yeşili olan amcanın gözlerinin içi birden gülüyor...Gözlerinin neden parladığına bir anlam veremiyorum...
-''Çok mu seviyorsun?''
diye soruyor...Üstad'ı kastettiğini anlıyorum...Biraz utanarak başımı eğip,
-''Evet çok seviyorum...'' diyorum...Elini kaldırarak
-''Bak şimdi burdan doğru yukarı çık bu yolun sonu dergah az ötede Üstad'ın mezarı var.''
diyor...
Ben duyar duymaz ''Teşekkür'' edip  ''Ok'' gibi yerimden fırlıyorum...
''Selam'' verip huzruna girerken ''Ben geldim efendim'' diyorum...Ellerimle yüzümü avuçlayıp hüngür hüngür ağlıyorum...
-''Ne kadar çok geç kalmışım Yarabbi...'' diye hayıflana hayıflana düşünürken gözüm mezarın üzerindeki  üç tane ''Gül'e takılıyor, ikisi ''Beyaz'' ortada duran ise ''Kırmızı''...
Geri dönerken aklım o üç ''Gül''de kalıyor...
Ayaklarımın altındaki kaldırım taşlarına bakarak ilerliyorum...
Üstadın mezar taşı da aynı cins taştan...


                                               **********


Aynalı bana sığındığım kervansarayda iken birkaç kitap getirdi...Ben ise üç yıldır ''kitap okumuyorum''....Hüzün, keder, gözyaşı...tesbih çekerken bile aklım başımda değil, ''Bismillah'' diyeceğime ''Sevgili'' diyorum...

Tek dostum Aynalının verdiği kuştan çıkan nameler...Öyle içli ötüyor ki, her ötüşünde ciğerlerim yanıyor, nefes alamıyorum...

Birgün ''öyle yandı ki ciğerlerim, galiba ben artık -öleceğim- ''dedim...

Kuş öttükçe ötüyor ve bana öyle kasideler okuyor ki benden başka hiç kimse O'nun dilinden de anlamıyor...

Aynalı, kitapların yanına bir bulmaca bıraktı...O'nu çözmem gerekiyormuş...
Ben ise ''sarhoşluk'' halimden dolayı hiç oralı değilim...kitaplarda ne yazdığı umrumda bile değil...Gözümün ucuyla bakıp yüzümü çeviriyorum...


-Görmüyor musun?  Halimden de belli olmuyor mu? Ne gecem kaldı ne gündüzüm...yaşıyor muyum yaşamıyor muyum belli değil...Karga ötse oturup ağlıyorum...gizli kuytu köşelerde gözyaşlarımı silmekle meşgulum...Bu halde iken, elimi bir şeye atacak mecalim yok...Ve sen bu halde iken bile bana hiç acımıyorsun...

Ben bu serzenişte bulunurken,

Aynalı göz ucuyla bana bakıp tebessüm ediyor ve hiç oralı olmuyormuş gibi rol kesip, elindeki metale çekiçle vurup bir taşı şekillendiriyor...Adını ''Meryem'' koymuş taşın...Süryanice ''Hizmetçi'' demekmiş  ''Meryem''...

Derken gözüme gözüme sokarcasına bir kitabı fırlatıyor...Fırlatmanın şiddetinden havada helozonik hareketler yapan kitabın  sayfaları  kendi kendine çevrilip önümde ikiye ayrık bir şekilde duruyor...

Altın harflerle yazılmış kelimelere bakınca ''Küçük bir kız çocuğu ile nasıl uğraştığını ve onun kendisi ile kesilenlerden'' olduğunu yazıyor...Ve zaman içinde  kız büyümüş ve ''Siyasal Bilgiler'' okuyormuş bir koridordan ilerlerken ''Sen olsaydın başıma bunlar gelmezdi!'' demiş...

-''Eeeee !'' diyorum...
-''Şimdi ben buna bir anlam mı yüklemeliyim diğerleri gibi mi olayım, biliyorsun ki bundan çok korkuyorum, elimi neden sürmediğimi anlamıyor musun,?''
-''Bunun gibi yüzlercesini gördüm, hiç serzeniş ettiğime şahid oldun mu?''
-''Okudum ama o gözle değil, ben işin sulandırılmasını hiç sevmem...bir takım insanların bir takım imalarının şimdi neden kaynaklı olduğunu da anlıyorum...Burdaki hikmet şudur ki; '' Bu ancak senin ilminin kuvvetine ve malik olduğun güce işarettir...''
-''Biliyorsun ki bir gün çölde ''ayak'' izlerini gördüğüm dizlerin sahibine başımı yaslamaktan başka bir isteğim yok...Beni bu ateşlere atanda ''Gaye İnsan'a'' olan sevdam değil miydi? ''

                                             **********


Bir yandan havanın sıcaklığı bir yandan ekmek alamamak ve kendine alim diyen şii mollalarının hak hukuk tanımaz tavırları keyfimi kaçırmıştı...Odama geçip derin bir uyku çekmek istiyordum...

Ortasında şadırvan olan yurdun bahçesinin etrafına dikilen gülleri seve seve koklaya koklaya odama doğru yöneldim..Kapıyı açar açmaz birde ne göreyim...Güzel Sanatlarda okuyan Pakistanlı Abda odamın baş köşesine oturmuş, önünde  de bloktaki kızların hepsi sıra sıra dizilmişler...

Ne olup bittiğine anlam vermeye çalışırken arada sevinçle ayağa kalkıp bir hışımla odadan çıkan ve sırasını heyecanla bekleyen kızları şok olmuş bir vaziyette izliyorum...

-''Hayırdır ne oluyor burda Abda ?''

dememe kalmadan Abda'nın o kalabalıkta anca görebildiğim haliyle karşı karşıya kalıyorum birden...

-''Aman yarabbi ! Abda bu işi de mi biliyormuş...Benim odamda bu işi yapmak için kimden izin aldı ki !''

Derken oda boşalıyor ve ben Abda ile karşı karşıya kalıyorum...Benim şok olmuş halim ve sinirli surat ifademden biraz utanmış gibi sıkılıyor...

-''O kızlara ne söylüyordun öyle, hepsi sevinçten deliye dönmüştü ? ''

-''Demek sen böyle şeylerde biliyorsun...hiç bilmiyordum bunu doğrusu...''

Kendimce Abda'ya bir ders verecektim...

-''Hadi bakalım ne görüyorsun söyle!'' dedim...

Ellerimi kavradı ve avuç içlerimi görecek şekilde  kendisine doğru çevirdi...Donarak uzun uzun baktı...Şok geçirmiş gibi bir hali vardı

-''Ne oldu yoksa kötü birşey mi gördün?''

-''Ellerin, avuç içlerin çok enteresan...''

-''Bu ne demek ki şimdi?''

 Bir anda bende  O'nun şaşkın şok geçirmiş halinden etkilenmedim değil...

Ben birşey diyecek diye beklerken o ellerimi bana doğru fırlattı...Bu sefer titriyor ve korkarak

-''Bakamam'' diyordu...

Kalp atışım hızlanmıştı...Görüpte söylemediği ve korktuğu şey neydi acaba ?..Israr ettim...

-''Hadi ama Abda, bütün kızlara söyledin, bana niye söylemiyorsun? ''

-''Günah !!!''

-''Günah mi''

Sanki biraz önce savap işliyormuş gibi...

-''Günah olan ne?''

-''Sana söyleyemem''

-''Neyi bana söyleyemezsin ? Hiç olmazsa bir kaç kelime söyle...''

İş gerçekten de gizemli bir hal almıştı...

-''Senin şu çizgin burdan ayrılıyor...Görüyor musun ? İki avucundaki çizgiler birbirinin aynı ''

Bunu daha öncede fark etmiştim...birkaç kişinin avuç içlerindeki çizgilerin birbirinden farklı olduğunu görünce...

-''Bunun anlamı ne peki?''

-''Bu çok nadir birşey, herkeste olmaz ''

Demek ki ilginç bir durum...

Abda'nın rengi eti benzi atmıştı ve ben birşeyler söyleyecek diye beklerken elimi ikinci kez bana doğru fırlattı...

-''Abda sadece tek bir şey söyle bari''

-''Tamam ama başka birşey yok, söyleyemem, ısrar etmiyeceksin...''

-''Kabul ediyorum, tek birşey sadece ...''

Yüzüme korkarak bakıp

-''Sen beyaz bir elbise tıpkı doktor gibi giyinen büyük bir komutanın yanında olacaksın !''

dedi...

1998 yılında vuku bulan bu olay karşısında Abda'nın,

-''Beyaz elbise giyen büyük bir komutan !''

kelimeleri ağzından dökülürken bu sefer ben şok olmuş bir vaziyet içinde  ''Beyazlar içindeki o genç' geldi aklıma...

Ve ben doğru iz üzerindeydim...ama yanlış yerde, doğruyu arıyordum...

''Burası O'nun olabileceği bir yer değil, böyle bir yerde ''O'' olamaz !''

demek için önümde uzun bir zaman vardı...

Sanki hiçbirşey bilmiyormuşum gibi hayatı yaşamak, işime gücüme bakmak gibi bir adetim vardır ...nasılda hem kendime hem hayata hemde çevreme rol kesiyordum, kimse bilmez...Akışına bırakıyordum herşeyi bir nevi...Nasıl olsa ''Olacak Olan Olur'' diye bir gerçeklik olduğunu biliyordum çünkü...

Görüpte yaşamadığım rüya yoktu ki...

Bütün hayatımın özeti rüyalarımdı benim...

                                                   * * * * * * * * * *

Burada kar boran tipi büyük bir fırtına var.... Rüzgarın öyle bir keskin sesi var ki kulaklarım duymaz oluyor...bazen ise görüş mesafem kısalıyor, gözüm görmüyordu...ve derim bir sıcak bir soğuktan dolayı kabuk tuttu..Küçük bir çocukken de dizlerimde oluşan yaraları koparmayı severdim...Onları koparıyorum ve derimde kanlı bir tabaka oluşuyor...hepsini kucağımda topluyorum...o kadar çok biriktirmişim  ki...

Ben yaralarımı soymakla meşgul iken  bir anda hiç hesapta yok iken Aynalı geliyor...Kucağımda biriktirdiğim  kabukları alıyor...yerine birkaç kitap bırakıyor ve bir bulmaca daha...

Ben akşam yemeği için ''Kabak çekirdeği'' yemeği düşünüyorum...Aynalı'nın mağarasındaki  ''Kabak çekirdek''lerinden alıyorum...

Aynalı tam bir bulmaca ustası, en büyük merakı ve en çok heyecan duyduğu şey bulmaca çözmek...

Elbette bunu nasıl yapabildiğine şaşırıyorum...Bütün karelerle istediği gibi oynuyor...Siyahı beyaz, beyazı siyah, onu alıp oraya bunu alıp öbür tarafa yerleştirmesi var ki, tam bir santranc ustası...

Bana

-''Seni her akşam kontrol edeceğim!''

diyor...

Sonra yıldızların arasında bir o yıldıza bir bu yıldıza doğru yürüyerek gözden kayboluyor...

                                       * * * * * * * * * *

''Eflatun bir heykeltıraş tasavvur eder'' dedik. Bu heykeltraşın iki vechi vardır. Biri ''kendi'', biri ''kendinden' olarak...Müessir ve eser...Bu heykeltraş tasvirinde plan, müessirin zatına mahsus hikmet...Muazzam bir mermer kitle...Kendi hikmetleri...Heykeltraş, mecazen zat...Ve çekicinin  mermer kitlesi üzerindeki hudutsuz hareketi, mahluklar manzumesi...(*)

Devr:Casus, hafiye...Devir (devr): Nakil. Birisinin uhdesinden diğerinin uhdesine geçirmek. Bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. Geçmiş dersleri hatırlatma. Bir şeyin çevresinde dolaşmak. Dönme. Seyahat. Bir memleketi dolaşma. Bir şeyin kendi mihveri üzerinde dönmesi. Aktarma, bir şeyin bir kabtan veya bir yerden diğerine nakli. Bir şeyin diğerine teslimi. Emniyeti muhafaza için askerin dolaşması. Tasavvufta: Nuzul (dünyaya gelme) ve üruc (geldiği yere dönme) hali. Dairevi hareket. Müddet, Zaman, çağ. Biri birisini icad etmek...Her ikisininde yazılışı bir: Dal+vav+re...4+6+200=210 (**)


2 Ping-Pong:320=1319.
Şehid:Şahid olan. Meşhude. Şahid'in mübalağalısı. Allah yolunda canını veren. Allah sevgilisinin bir ismi:319
Mahrusa: Büyük şehir. (Büyük zuhur):319

Sakal:631=1630.
Müntakim: İntikam alan, öc alan. Allah'ın 99 güzel isminden biri:630
Hull:Dost:630
Lahh: Gözyaşının çok olması:630
Keduret:Gam, tasa, keder. Bulanıklık:630

Asfer: Kızıl. Sarı. Bomboş şey. (Sıfır):371.
Alemgir: Bütün aleme yayılan, dünyayı zapteden:371.
Ferman: Emir. Tebliğ:371.
Şamil:İhtiva eden, içine alan, kaplayan. Çok şeye birden örtü ve zarf olan. (Ünlü Kafkas Kartalı Şeyh Şamil ve direnişçi Komutan Şamil Basay şehidlerimiz hatırlanmalı):371.
Hasan Meriç:(5 Ocak 2000 yılında Bandırma Cezaevi'nde şehid düşen gönüldaşımız):371.(***)

Kızıl Sakal: (Firas:Kırmızı, kızıl...Firaset: Anlayış...İslama muhatap anlayış):768.
Müteşabik:Beraber ve karışık olanlar, birbirine karışanlar.Girift:768
Kızıl Sakal:768=1767
Havakin: Hükümdarlar.(HÜKÜM sahibleri):767


Arvasi:(Bir dağ ismi: Arvas):308.
Kubur:Kabirler, türbeler.(Üstadım:Biz sussak, mezarımız konuşacak...Kabir:302:Mirzabeyoğlu:308


KABİR DAŞI: Kabir taşı. Şahide, kadın şahid. Kabul edici nefse işaret...DAŞ: İsimlerin sonlarına eklenerek eşlik, refakat, arkadaşlık, ortaklık bildiren ek...KABİR-DAŞ:617:NAKŞİBEND ELF(İ)...ZİYARET-Bir kimseyi görmeye varmak. Ziyaretçi:617:TERBİYE-Eğitme, yetiştirme...TECRİD-Derinleşme. Bir şairin kendisini mücerret bir şahıs kabul edip ona hitabı:617 :HAYRET...SUKAYBE-Küçük delik. Sıfır. Yokluk. (Yevmiye: ''Ölüm, akla yokluk şeklinde hitab eder!''...Abdülhakim Koltuğu'nu hatırlayınız!):617:HAKİKAT. (Ebediyen hakikatine erişilemez İNSANİ Hakikat, ARŞ ehli arasında ismi ABDÜLHAMİD olan Allah Sevgilisi'ndedir. ABDÜLHAMİD Hamd eden kul:169:RAHMAN Süresi, 19 ve 20.ayetler...RAHMAN Süresi'ne, ''Kur'an'ın Kraliçesi''manasında, ''Arus-ül Kur'an'' denir.)...SEYYİD Mustafa Nur-Allah Sevgilisi'nin üç ismi. (Levha:31 Aralık 1983...Mustafa- Seyyid-Nur...Böyle bir isim görüyorum; Üstadım ona, Diyarbakır'a mektup yazmış...Mektup diye eski Büyük Doğuları okuyorum...Mektup, ''burada seni ima ediyor!'' diye benden bahisle geçerken, bunu büyük Doğu'dan takib ediyorum...Garib bir hal: Okurken okumuyormuşum ve bende mevcut olanın yansıması gibi bir şey...Üstadım, torununu o isme ısmarlamış...Nevad-Dil.Torun:1061:Büyük Doğu...Diyarbakır:518: Üstun-Direk, sütun...Seyyid Fehim Arvasi:518:Musa Mirzabeyoğlu):559:KAPTAN Kusto Müslüman.

GAMM-Keder, tasa, elem, dert. (Nefsin eremediği):40:HALEB-Süt sağmak. (Süt, tabirde, ilim suretinin suretidir!)... DAHİL-Hayrette kalan kimse:40:HAİL-Mani'a. Perde. İki şey arasını ayıran. LAYABGIYAN.Meçhul. Nefs-i Natık, konuşan nefs...VEHEL-Vehim:40:EZKİYA-Saf, temiz. (Ezkiye, Kürtçe'de, ''ben kimim?'' demek)...Varlığın Birliğine şahidlik edenin, Allah ile Kul farkı bakımından düştüğü hal; öyleyse ''ben kimim?'' berzahı...GAM: Köy, Adım. Ayak. (Üstadım'dan, aynı zamanda Yevmiyem:Ateş çubuklarla kalbin mühürlü,-Bizim köyde ara pörsümeyeni!)...GAMAME: Örtmek. Bulut. Beyaz bulut. Taha:86:ÜVEYSİ-Sevdiği ve bağlı olduğu zatı görmeden feyz alma...Aynı ebcedle BEDİ'.

''Şahide'nin söylediklerine itiraz etme ki, hatarı çok isabetlidir!''...MATLA' beytin Birinci Mısraı:2215:RAİSE SULTAN BARİER...RUDHA-Perde, setre:217:RÜYA-Uykuda görülen misal alemi. Düş. Hayal. (Uykuda görülen misal alemi, tabire, tabir hakikatine de misal!)(****)




(*) Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü ''Ufuk ile Hafiye'', İbda Yayınları, İstanbul, C:3, S:428
(**)Salih Mirzabeyoğlu, Hırka-i Tecrid ''Risale-i Üçışık'', İbda Yayınları, İstanbul, Ocak 1998, S:98
(***)Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası ''b-yedi'' -GİRİŞ-, İbda Yayınları, İstanbul, Temmuz 2012, S:529-530-533-536
(****)Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası ''b-yedi'' -MATLA' BEYİTLER-, İbda Yayınları, İstanbul, KASIM 2014, S:281-282-283




Neslihan Dağcı








Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Kim, Kim"dir -Horuzun Öttüğü Vakit - (2.Bölüm)

Günümüz Müslümanlarının en büyük problemi Hz.Mehdi asm var mı yok mu düşüncesi. Kur'anı Kerimi aklı ile anladıktan sonra ''Peygamber''e de luzum bırakmayan bir topluluk için elbette ''Melhameler'' yani meydana gelen hadiselerin bir önemi yoktur.  Tıpkı ''Meteryalist'' kafadakilerin bunlar ''Metafizik'' saçmalıklar diyip kestirip atması gibi. Peygamber''e luzum ve ihtiyaç bırakmayan yani ''Peygamber''siz İSLAM, daha doğrusu ''Diyalogçu'' zihniyetindeki adamlara aradan ''Peygamber''i çıkardığında İSLAM'da kalmaz dediğinde ''aval, aval'' suratına bakar. Bir kişinin ''Müslüman'' olması ancak ve ancak ''Peygamber''e BİAD ile mümkündür. Kur'anı Kerimde ''Allah ve Resulüne'' itaat emri bunlara uğramamıştır. Peygamberi aradan çıkardığında ''ŞERİAT''e kalmaz. ŞERİAT Peygamber a...

GÜNDEM MAK-ARASI

KIY-AMET  / GÜL-MEZ Sayın Okuyucular Bugünlerde her ne yazsam gündem öyle bir hızla değişiyor ki ne diyeceğimi ne konuşacağımı şaşırıyorum. Sanki bütün dünya birleşmişte beni yalancı çıkarmak için uğraş veriyor. Tam bir -BAŞ-MAKALE yazıp ünlü olayım diyorum, bi bakıyorum bir anda gündem değişiyor. Benim dediklerim çöpe gidiyor tabi. Şimdi nerden çıktı şu Mescid-i Aksa ? Ne güzel konuşuyor yazıyor çiziyor size de bal gibi okutuyordum. Ben ne talihsiz adamım hiç mi hayatımda bir gün bile yüzüm Gül-meyecek ! Anam adımı Tayip Gülmez koymakla bana kötülüğün en büyüğünü etmiş mi oldu şimdi? Gerçi anamın ne suçu var  Dünyada  artık öyle şeyler oluyor ki, kim olursa olsun YALAN söyleyen herkesi hiç abartısız ANLINDAN mıhlıyor. Ve söylediklerini boşa çıkarıyor. Ne kadar PUTU dikilmiş heykel varsa bir bir yıkılacak bir zaman diliminin içine düştük sanki. Bende kalem sallayan halkın aklına üfleyen bir sanatkar olarak galiba böyle bir PUTSAL duruşun yı...

AYASOFYA

'Beytu'l-Makdis'in imarı Yesrib'in harabıdır. Yesrib'in harabı melhamenin (savaşın) çıkmasıdır. Melhame İstanbul'un fethidir, İstanbul'un fethi Deccal'in çıkmasıdır!' buyurdular. Sonra elini (Resulullah), konuşmakta olduğu kimsenin (yani Hz. Muaz'ın) dizine vurdular ve: 'Bu söylediğim kesinlikle hakikattir. Tıpkı senin burada oturman hak olduğu gibi.' buyurdular." Hz. Muaz burada kendisini kasdetmektedir. (Yani Aleyhissalâtu vesselâm'ın konuştuğu ve dizine elini vurduğu kimse Muaz İbnu Cebel (radıyallahu anh)'dir.)" [Ebu Davud, Melahim 3, (4294). Beytu'l-Makdis, Mescidu'l-Aksa denen Kudüs şehrindeki mukaddes mesciddir. Bugün orada "Süleyman Mabedi inşası için kazılar yapılıyor, Mescidin altı oyuluyor. Orada yaşanacak bir çökme veya bu kazı çalışmaları yeniden imar anlamına gelebilir. Kudüs'ün başkent ilan edilmesi bu işlemin hızlandırılması anlamına geliyor olabilir. Yesrib, Medine-i Münevv...